'Arap dünyası ile ilişkilerimiz sorunlu' şeklinde toptancı bir ifade kullanmak belki sorunlu.
Çünkü hemen arkasından “Tayyip Erdoğan birçok ülkede adaylığını koysa kazanır” gibi bir itiraz gelebilir. Farklı İslam toplumlarında Tayyip Erdoğan isminin daha önce örnekleri görüldüğü gibi bir “Kahraman arayışı”na tekabül ettiği biliniyor.
Ama hangi ülkede öyle bir seçim yapılır ve hangi ülke ne zaman “Tayyip Erdoğan muhabbeti” ile Türkiye muhabbetini birleştirir, meçhul.
Reel durumda birçok Arap ülkesinin yöneticisi, ülke politikasını Türkiye’ye karşı konumlandırıyor.
Ak Parti iktidarının 18 yıllık süresi içinde bu alanda farklılıklar oldu. Bu ülkeler “İslam toplumları” idi, Türkiye’de “İslam duyarlıklı bir kadro”nun iktidarı vardı, bu özelliğin belirleyici olması ölçüsünde potansiyel olarak iyi ilişki geliştirmenin zemininden söz edilebilirdi.
O ara, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin de İslam dünyasının Batı ile ilişkilerinde iyileşme sağlayabileceği beklentisi Türkiye için artı bir değer olarak görüldü. “Türkiye her çevre ile görüşebilen bir ülke idi ve bunun İslam dünyasına da katkıları olurdu.”
Bu süreçte Türkiye’nin Arap olmayan bir İslam ülkesi sıfatıyla Filistin davasına sahip çıkması da artı bir değer kabul ediliyordu. Bu noktada Arap halkların ve yönetimlerin tavrı da Türkiye’ye karşı pozitif çizgide buluşuyordu.
Sonra Arap Baharı geldi. Arap ülkelerindeki anti - demokratik yönetimlerin halk hareketleriyle değişmesi süreci idi bu. “İslamcı söylem” öteden beri çoğu zulme bulaşmış bu yönetimlerin değişmesi taraftarı idi ve Arap Baharı sırasında da bu söylemin heyecanı yükseldi. Tabii olarak Tunus’ta başlayıp Mısır’da Mursi’nin iktidara gelmesini temin eden hareket desteklendi. Suriye’de de Esed’in devrilmesi istendi. Baba – oğul Esed yönetimi gerçekten 50 yıllık kanlı bir yönetimdi. Esed devrilince kim iktidara gelsindi, tabii ki İslamcı bir kadro… İslamcı çizgi için bunların böyle seslendirilmesi normaldi.
Arap Baharına başta destek veren Amerika Mısır’daki sonuçtan memnun olmadı, Suriye’de olması muhtemel olanı da istemedi.
Suud ve Körfez’deki Arap yönetimleri demokratik yönetimler değildi. Onlar genelde kaygı ile baktılar Arap Baharı sürecine. Nereye gidiyordu gelişmeler? Tabiatıyla “Devrilme” asla istemeyecekleri bir şeydi.
“İslamcı çizgi” diye bir ifade kullandım. Belli ki “İslamcı çizgi” ideolojik bir çizgi. Türkiye bir devlet. Devlet hüviyeti ile böyle bir “ideolojik çizgi” üzerine dış politika inşa edilebilir miydi? Bir ara “Değerler” üzerine dış politika söylemi geliştirildi. Diyelim “zulme karşı” gibi, “Darbelere karşı” gibi “Değerler” üzerine. Malum çağdaş yaklaşımda bazı konular “iç mesele” olarak görülmüyor, her ülkenin insan hakları duyarlılığında olması bekleniyordu. Acaba Türkiye’nin “Değerler” dediği çerçeve de “ideolojik çizgi” olarak değil, böyle küresel bir duyarlılık alanı olarak görülemez miydi?
Öyle olmadı, diyelim ABD, Mısır’daki darbeyi “Demokrasiyi koruma” kılıfına bürüyüp, birçok insani meseleyi ıskalayıp geçti. Çifte standarda kılıf uydurmak zor olmuyordu.
Bu süreçte Türkiye’nin tavrı sanki “İslamcı çizgi”nin dış politika yaklaşımı gibi görüldüğü algısına yol açtı. İşin ilginci “İslamcı çizgi” ile “İhvancı çizgi” üst üste oturuyormuş gibi bir görüntü de oluşturuldu. Bu arada Türkiye’nin Filistin duyarlılığı da, orada her kesimle ilişki sürdürülüyor olsa bile “Hamas yanlısı” pozisyonuna indirgendi. Böylece Türkiye İslam dünyasında sonunda “İhvan hareketi” ile bütünleşen bir “İslamcı çizgi”yi misyon edinmiş gibi sunulacak bir çerçeveye oturtuldu.
Bunlar Ankara’nın seçerek vardığı bir sonuç muydu? Belki değil. Ankara’dan yapılan duygu bildirimleri, götürülüp dünya ve Arap medyasına bu çerçevede yansıtıldı ve bu algı oluşturuldu.
İslam dünyasında çok farklı “İslam anlayışları”nın yer yer karşı karşıya gelişi söz konusudur. “İslamcı çizgi” dediğimizde de sadece bir tavrı anlıyoruz, her anlayışı kapsayan bir çerçeveyi değil. Dış politikada böyle bir çizgiyi benimser gözükmek, başka dünyaların tavrı bir yana İslam dünyasında bile “klik boyutu”nda kalma riski her zaman vardır.
“İslamcı çizgi” düşünce düzeyinde her zaman var olabilir. “Değer duyarlılığı” da pozitif bir yaklaşımdır. Ancak dış politika dilinin çok daha esnek olması ve her çevre ile görüşebilir noktada bulunmak önem taşıyor. Değilse uzak - yakın komşularla da, dindaşlarla da “sıfır sorun” noktasından çok uzaklara düşülebiliyor.
Ne var ki bunda, dediğinizde de kaybedilenler çoğalıyor ve yanlızlaşma gibi bir olgu ile yüz yüze geliniyor. On da “Ne var ki bunda?” diyebilirsiniz. O zaman da “Dünyada bizi anlayan kimse yok mu?” sorusu önünüze çıkıyor. “Sıfır sorun” hamlesi tam da bunu aşmak için değil miydi? Bir “İslam ülkesi” olarak, İsrail’in adım adım ilişki geliştirdiği İslam ülkeleriyle bile mesafeli hale gelmek herhâlde sağlık alameti değildir.