TANER AY
1969 ile 1975 yılları arasında Reşad Ekrem Koçu’yu Göztepe’de ve Sahhaflar Çarşısı’nda görürdüm. Üstadımız ‘73’e kadar minibüs caddesi üzerindeki Göztepe durağından İETT otobüsüne binip Kadıköyü’ne inerdi. O yıllarda minibüs caddesinde İETT’nin bir Škoda otobüsü çalışırdı, yanlış anımsamıyorsam da saatte bir duraklardan yolcu toplardı. Ben de ’71 yılında haftanın iki üç günü Kadıköyü sinemalarının ilk matinesine yetişmek için ya Emin Âli Paşa Caddesi’nde ’68 model Leyland’ı ya da minibüs caddesinde o ’57 model Škoda’yı yakalardım. Reşad Ekrem de aynı saatte, nereye gidiyorsa, bazen benim bindiğim Škoda’yı kullanırdı, 10 numarada herkesin ona büyük saygı gösterdiğinin tanığı olurdum.
KOÇU’NUN MEZARI ‘MEHMET REŞAT KOCA’ ADIYLA KAYITLI OLABİLİR
Size orta ve lise yıllarımda üstadın ‘Yeni Tanin’ ve ‘Tercüman’ gazetelerindeki yazılarını ise hiç kaçırmadığımı söylersem, yalan olmaz. Sahhaflardansa kitaplarını topluyordum. Onu ’75 yılında kaybettik, Sahra-i Cedit Mezarlığı’nda toprağa verildi. Bugün mezarının yerinin kayıp olduğu söyleniyor. Aynı kanıda değilim. Bildiğim kadarıyla Mezarlıklar Müdürlüğü’nde aynı günde, aynı saatte ve aynı mezarlıkta toprağa verilen bir ‘Mehmet Reşat Koca’ kaydı var. Mezarlık defterlerinde yazım hatalarına çok sık rastladığımdan, ‘Mehmet Reşat Koca’ kaydının üstadımıza ait olduğunu düşünüyorum...
Reşad Ekrem’in sadece on bir cildi yayımlanmış olan ‘İstanbul Ansiklopedisi’ günümüzde bile en değerli ve en önemli İstanbul kaynağıdır. Bu ansiklopedinin dünyada bir benzeri daha yoktur. Üstadın ansiklopediyi tamamlayacak notlarını aldığı biliniyordu, ama vefâtından sonra onların sağa sola dağıldıkları söylenmişti. Bu da şehr-i İstanbul’da ne kadar ‘muhibbân-ı kütüp’ varsa, hepsini üzmüştü. O notların sonunda Kadir Has Üniversitesi’nden SALT’a yaklaşık kırk bin belge olarak geçtiğini öğrendiğimdeyse çok sevinmiştim. Reşad Ekrem’in yayımlanmamış notları 24 Mayıs günü ‘Başka Kayda Rastlanmadı’ başlığıyla SALT Galata’da sergilenmeye başlandı. 29 Ekim’e kadar açık olacak bu nefis sergi için SALT yönetimini, organizasyondaki büyük başarısı için İletişim ve Yönetim Direktörü Derya Açar Ergüç’ü ve de emeği geçenlerin hepsini kutlarım. Ayrıca, yeri gelmişken, Osmanlı İmparatorluğu’nda arkeolojinin öyküsünü anlatan ‘Geçmişe Hücum’ kitabını bana temin ettikleri için Ali Aktan’a ve Derya Hanım’a müteşekkir olduğumu da belirtmeliyim. Kimin aklından çıktıysa, rind meşreb üstadı ‘Kulüp Rakı’ ile yâd etmek ise şahane bir fikir olmuş.
NEFİS BİR HAFIZ MUSTAFA ÂSIM BİYOGRAFİSİ
‘Başka Kayda Rastlanmadı’ sergisi, bu yıl içinde yayımlanması tasarlanan ‘Edebiyatın Kadıköyü’ kitabımın tashihi ve Ötüken Neşriyât’ın gelenekselleşmiş Çarşamba sohbetleri derken, haftalık okumamda iki üç kitap azalma olduğunu yadsıyamam. Ama, Prof. Dr. Ahmet Kanlıdere’nin Kızılay Kültür Sanat Yayınları’ndan çıkan ‘Yusuf Akçura’ biyografisini, Nedret Kılıç’ın Remzi Kitabevi’nden çıkan ‘Stalingrad’da Kar Topu’ isimli yeni romanını ve İbrahim Öztürkçü kardeşimin yıllar önce Pendik Belediyesi’nden çıkan ‘Hafız Mustafa Âsım Şakir Görün’ kitabını okudum. İbrahim Öztürkçü kardeşimin kitabını bugüne kadar nasıl ıskalamışım, bilemiyorum. Mehmed Âkif okumalarımda sık sık Hafız Mustafa Âsım veya Udî Âsım isimlerine rastlamama karşın, Âsım Bey’in kim olduğunu bir türlü çözememiştim. Öztürkçü’nün dediği gibi, meşhur bir dosttu ama meçhul bir adamdı da Hafız Mustafa Âsım Şakir. Öztürkçü, meşhur dostumuzun kızıyla vefâtından hemen önce birkaç söyleşi yaparak nefis bir biyografi ortaya çıkarmış. Bu bulunmayan ve bilinmeyen kitabın baskısının bittiğini düşünerek, ikinci baskısını yapmalarını yayıncılara öneririm.
RUSYA’DAKİ TÜRK ESİRLERİN KURTARICISI
Prof. Dr. Ahmet Kanlıdere’nin ‘Yusuf Akçura’ biyografisinden ise çok şey öğrendim. Kitabın kapak ve iç tasarımları da şahane. Benim bazı düşüncelerinde ‘Bolşevikliğe eğilimli’ bulduğum Akçura için Kanlıdere hocanın da benzer görüşe sâhip olduğu anlaşılıyor. Biyografinin amacı Rusya’daki Türk esirlerinin kurtarıcısı Hilâl-i Ahmer temsilcisi Yusuf Akçura olduğu için, merak ettiğim bazı şeyler yine oldukları gibi kaldılar. Onlardan birincisi, 1906 veya 1907 yılında evlendiği ve bizim sadece ‘Nihal’ olarak bildiğimiz Rus kızıdır, ikincisiyse Büyükada’daki kirada oturduğu köşkteki yaşamına ilişkin ayrıntılardır. Yeri gelmişken, ‘Defter-i Âmâlim’in aslında iki defterden oluştuğunu ve ikinci defterin ‘kayıp’ olduğunu, bu yüzden Muharrem Feyzi Togay’ın ve Ahmet Temir’in ‘Yusuf Akçura’ biyografilerinin birinci deftere dayandığını belirtmeliyim. Yusuf Akçura’yı Haydarpaşa Garı’nda kalpten, Selma Hanım’ı ise çok genç yaşında böbrek rahatsızlığından kaybettik. Çocuklarından Ülken Hatice ’24, Tuğrul Ömer ise ’27 doğumluydular. Tuğrul’un iki evlilik yaptığını, Hasan Yusuf, Doğan ve Oruç isimli üç çocuğunun olduğunu, ’59 yılında Fransa’da doğan torunu Hasan Yusuf Akçura’nın ise Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olduğunu duymuştum. Yusuf Akçura’nın Hilâl-i Ahmer temsilciliğini esas alan bu kısa biyografi için Prof. Dr. Ahmet Kanlıdere’yi tebrik ediyorum.
STALİNGRAD’IN YAMYAMI SELÂMSIZ’IN BİLGESİ NASIL OLDU?
Nedret Kılıç’ın Remzi Kitabevi’nden çıkan ‘Stalingrad’da Kar Topu’ kitabını deneysel üslûbuyla ilginç bulmakla birlikte, Ferko’nun, Marie’nin ve Çaykovski’nin öykülerinin biraz daraltıldıkları takdirde romanın neye dönüşeceğini merak etmedim de değil. Kitabında anlatacağı öykü ve öyküler için en doğru üslûbu elbette romancı bilir, onun üslûbuna lâf etmek saygısızlıktır ama, merak bu ya, bir gece oturup, kafamda bazı bölümleri atıp bazı bölümlerin de yerlerini ve içeriklerini değiştirerek romanı ‘yeniden yazdım’ ve ortaya yine ilginç bir ‘metin’ çıktı. Örneğin, Çaykovski’nin Stalingrad Kuşatması’ndaki yamyamlığına müstakil bir bölüm ayrılabilirmiş. Selâmsız Mahallesi için de otlanmış ve haplanmış bir mahalle bölümü eklenseymiş harika olurmuş, rahmetli kardeşim Metin Kaçan’ın ‘Kolera Sokağı’ (Tayyare Sokağı) gibi bir bölüm yani. Çopur Arnavut’tan ve Ankara’dan gelen ağabeyinden ise farklı bir roman yazılabilirmiş. Bana kalırsa,‘Stalingrad’da Kar Topu’nun asıl güzelliği de, okuruna farklı metinler tahayyül ettirmesinde yatıyor, sizlerin de yüz otuz yıla yayılan sekiz öyküden, farklı ‘yeni öyküler’ çıkaracağınızdan eminim…