Shklar, kitabında adalet ve adaletsizlik arasındaki farkı Rönesans sanatçısı Giotto’nun Arena Şapeli’ndeki tasvirleri üzerinden açıklıyor. Bu tasvirlerde adaletsizlik yaşlı denilebilecek çirkin yüzlü bir adamdır. Adalet ise dingin bir kadın. Giotto’nun adaleti terazi kullanmaz; aracılara ihtiyaç duymadan herkese hakkını verir.
HALİL TURHANLI
Felsefeci ve siyaset kuramcısı Judith N. Shklar 1957’de yayımlanan ilk kitabı After Utopia’da (Ütopyadan Sonra) aydınlanmadan günümüze uzanan süreçte politik inancın gerileyişinden, politik iyimserliğin çöküşünden yakınıyordu. Bu gerileyişten, giderek çöküşten on dokuzuncu yüzyıl romantizmini, Avrupa kültürüne asırlardan beri egemen olan Hıristiyan kaderciliğini, varoluşçuluğu sorumlu tutuyordu. Adı geçen eğilimlerin, inanç ve düşüncelerin ortak noktaları umutsuzluktu. Bu da politik çaresizliğe, güçsüzlüğe yol açmış, sonuçta Avrupa’nın politik dünyasını ‘mutsuz bilinç’ ele geçirmişti.
Shklar, After Utopia’da modern politik ideolojileri de tartıştı; çünkü Batı’nın ağır hasar almış politik kurumlarını savaş sonrasında onarabilmek için ideolojilerin gözden geçirilmesi gerekiyordu. Ona göre politik iyimserliğin çöküşü sonuçta özgün bir teori inşa etme istediğini de ortadan kaldırmıştı, özellikle 1950’ler böyle bir dönemdi. Shklar açıkça politik teorinin iyimserliğe ve umuda dayalı olabileceğini düşünüyordu. Ancak daha sonra, geç döneminde kötümser bir kuramcı oldu. Amerikalı siyaset kuramcısı Avrupa’nın yakın geçmişte yaşadığı savaşın nedeni olarak politik aşırılıkları görüyordu. Bu açıdan bakıldığında kitabı totalitarizme bir tepkidir. Onun anti-totalitarizmin kuramcısı olarak ilk çıkışıdır. Totalitarizmin yükselişini politik teorinin sekteye uğramasının, gerilemesinin dramatik sonuçlarından biri olarak kabul ediyordu.
TOTOLİTER REJİMLER ÜTOPYACI DÜŞÜNCELERİN ÜRÜNÜ
Shklar totaliter rejimleri aynı zamanda ütopyacı düşüncelerin de sonuçları olarak değerlendirdi; totaliter düzenlerdeki toplumsal felaketler, ürkütücü boyutlardaki insan hakları ihlalleri karşısında politik gerçekçiliğin gereklilik olduğunu vurguluyordu. Ütopyacılığa, radikal dönüşümü öngören politik düşüncelere ve gündemlere giderek derinleşen bir şüpheyle baktı. Politik şüpheciliğine politik karamsarlık eşlik etti. Geç dönem yazılarında şüphecilik ve karamsarlık belirgin bir biçimde iç içe geçti.
Shklar Amerikan politik düşüncesinde farklı bir liberalizm anlayışının savunucusu olarak kabul gördü. Bu özgün anlayışını dile getirdiği temel metin ‘Korkunun Liberalizmi’dir. 1989’da, ölümünden üç yıl önce kaleme aldığı, onun politik düşüncesini inceleyen ve yorumlayan her araştırmacının dikkatle okuduğu bu geç dönem metninde artık ‘güven vermeyen, ahlaki zemininden kuşku duyulan eski tarz bir liberalizm’ yerine yeni bir liberalizm öneriyordu. Shklar’ın farklı yaklaşımı ikinci büyük savaş sonrasında liberalizmin yekpare olmadığını, tek bir liberalizmin varlığından söz edilemeyeceğini de ortaya koyuyordu.
Shklar, çıkış noktası olarak Hobbes’un Leviathan’daki kavramlarından birine başvurur: Bir insanın başkaları tarafından saldırılarak öldürülmekten duyduğu korkuyu ifade eden summun malum. Doğa durumunda her insan başkalarının saldırısına uğrama, bu saldırı sonucu öldürülme korkusuyla yaşar. Bu korku temelinde biraraya gelen insanlar politik toplumu oluştururlar.
BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİN BAŞI ACIMASIZLIK
Shklar acımasızlığı bütün kötülüklerin en başında sayar. Onun liberalizmi de acımasızlığı engellemeyi, acımasızlığın ve zalimliğin yol açtığı adaletsizliğe kayıtsız kalmamayı, ‘pasif’ adaletsizliğin faili olmamayı amaçlar. Bu nedenle Adaletsizliğin Veçheleri onun özgün liberalizm anlayışının anlaşılmasına da katkıda bulunabilecek bir kitap. Adalet ve adaletsizlik çoğu kez birbiriyle karşıtlık ilişkisi içinde düşünülen iki politik ve etik kavramlar. Adalet üzerine hukuk, siyaset, felsefe, etik alanlarında da çok kitap yazılmış, çeşitli adalet teorileri oluşturulmuştur; ancak aynı şeyi adaletsizlik açısından söylemek mümkün değil. Adaletsizlik teoride yeterince ele alınmadı. Shklar’ın deyişiyle “hak ettiği entelektüel saygıyı” görmedi. Onu günümüzde siyaset teorisi alanında klasik sayılan kitabı Adaletsizliğin Veçheleri‘ni yazmaya, politik bir tecrübe olarak adaletsizliği ele almaya yönelten de bu saygı eksikliği olmuş.
ADALET İSE DİNGİN YÜZLÜ BİR KADIN...
Shklar, adalet ve adaletsizlik arasındaki farkı öncelikle Rönesans sanatının öncülerinden Giotto’nun Padua’daki Arena Şapeli’ndeki tasvirler üzerinden açıklamaya çalışıyor. Bu tasvirlerde adaletsizlik yaşlı denilebilecek çirkin yüzlü bir adamdır. Adalet ise dingin bir kadın; yüzündeki ifadesizlik onun tarafsızlığının duygusal dışavurumudur. Giotto’nun adaleti terazi kullanmaz; aletlere ve aracılara ihtiyaç duymadan herkese hakkını verir. Adaletsizliğin sık görülen veçhelerinden biri eylemsizlikten, yapmamayı tercih etmekten, haksız bir davranışı önlemeyi reddetmekten doğan ‘pasif adaletsizlik’tir. Bu tür adaletsizliğe çok sayıda örnek verilebilir. Bazı durumlarda normlar pasif adaletsizliğe zorlayabilir. Kamu kurumlarında kurumsal hiyerarşiyi inşa eden normlar görevlilerin üstlerine karşı gelmelerini engeller. Bu tür normlar karşısında çekingen davranan görevliler adaletsiz olduğunu bildikleri bir işlem ve durum karşısında dahi sessiz kalmayı seçebilirler. Pasif adaletsizliğe bir başka örnek devletin yakın sayılabilecek bir zamana değin mahremiyet alanı saydığı aileye müdahalede bulunmamış olmasıdır. Gerçekten geçmişte aile içi ilişkiler mutlak anlamda özel alana dahil kabul ediliyor, kadının ve çocukların şiddet görmeleri halinde bile devlet bu alana müdahale etmiyordu. Müdahaleden kaçınan etmeyen devlet pasif adaletsizliğin faili oluyordu. Oysa günümüzde söz konusu durum hayli değişti. Devlet aile içi şiddeti önlemeyi yasal bir yükümlülük olarak üstlenmiş bulunuyor, bu alana kamu adına müdahale ediyor.