Bu yazının konusu, Taliban’ın veya İŞİD’in imanlarına dayanan anti-emperyalist motivasyonları veya onların kuruluşunda, desteklenmesinde ve manipülasyonlarında emperyalist devletlerin ve istihbarat örgütlerinin rolünün olup olmadığı; olduysa, ne kadar olduğu değildir. Bunlarla ilgili çok şey yazılıp söylenmektedir. Mevzumuz, her iki örgütün de “İslam” veya “Şeriat” adına ortaya koydukları performanslar/uygulamalar veya onların teolojik/dogmatik zihin yapıları ve bunun Tarihselcilik açısından eleştirisidir.
1- TALİBAN VE İŞİD’İN “İSLAM-ŞERİAT” AJANDASI
Mezhepsel dogmatik düşüncenin tipik özelliği, kendi yorumunu dinin özü sanmasıdır. Şu ayet, bu gerçeği ifade eder: “İnsanlar, dinlerini paramparça ederler; her mezhep de, kendi yorumunun (dinin özü olduğundan) son derece emindir (23/53). Kur’an, Müslümanları bu duruma karşı uyarır: “ Dinlerini parçalayıp mezhepleşenler ile senin/sizin bir ilişkiniz olmasın. Onların işi, Allah’a kalmıştır. Allah, hakikati, Ahirette onlara gösterecektir.” (6/159)
İmam Şafii’nin kurmuş olduğu “Fıkıh Usülü” ilmi, İslam’ın kaynaklarını Kitap, Sünnet/Hadis, İcma ve Kıyas olmak üzere dört olarak belirlemiştir. İmam Şafii’ye göre İlk üç kaynak mutlaktır, değişmez. Dördüncüsü olan içtihat/kıyas, yeni çıkan sorunların çözümlerini bu üç kaynaktan yani nasların altından “İstinbat/istihraç/İstismar” eder. Hanbelîlik hariç, diğer üç fıkhi mezhep, bu usulü benimsemiştir. Ebu Hanife’nin geliştirmiş olduğu kaynakların toplamından alınan ilham ve vicdan (Rey) ile sorun çözme yöntemi olan “İstihsan” –kendi ardılları da dâhil olmak üzere-, dört mezhebin tümü tarafından reddedilmiştir. İŞİD, Hanbelîliğin devamı olan “Selefi-Vahhabi” usule yani kaynak olarak Kur’an ve Hadis/Sünnet dışında başka kaynak kabul etmemeye bağlıdır. Taliban ise, İstihsan’ı reddeden Şafii’nin Fıkıh Usulüne bağlıdır. Ayrıca Taliban’ın, erken dönemlerde “El-Kaide” adlı Selefi örgütten ciddi düzeyde etkilendiği de müsellemdir.
Her iki örgütün kılık-kıyafet/kisve (peçe/burka-çarşaf, sakal-sarık, cübbe-şalvar…) yorumu, Arapların yedinci yüzyılda Arap coğrafyasında-ikliminde Antropolojik olarak oluşturdukları kılık-kıyafet ve kisveyi “Sünnet” olarak dinselleştirmektir.
Her iki örgütün de ajandası, Sünni fıkıh/mezhep kitaplarında “Şeriat” olarak yorumlanmış, değiştirilmesi teklif dahi edilmeyen ve ebedî doğru olarak kabul edilmiş: “mürted”in/siyasi muhalifin öldürülmesi, zımmilik statüsü, hırsızın elinin kesilmesi, köle ve cariyeliğin meşruiyeti, dört kadınla evliliğin meşruiyeti, kadının dövülmesi, mirasın iki hisse erkek, bir hisse kadın olmak üzere bölüşülmesi, iki kadının şahitliğinin bir erkeğe eşit sayılması, ataerkil aile geleneği, zina edenlerin recm edilmesi veya sopalanması, çocuk yaşta evlilik… gibi hükümlerden oluşmaktadır.
Ebu Hanife, “el-Alim ve’l-müteallim” adlı eserinde: “Bir ayetin sübutunu/nüzulünü kabul eden kişi, bu ayetin yorumunda yaptığı yanlıştan dolayı tekfir edilemez” demesi ve “Ehli kıble tekfir olunmaz” ilkelerinin muazzamlığı karşısında, Taliban ve İŞİD’in kendine muhalif olanları “Tekfir kılıcı” ile kolayca biçmeleri korkunçtur.
Siyasal olarak her iki örgüt de, -“Şura” ve “İcma” ilkeleri politik alanda kurumsallaştırılamadığı için-, İslam tarihini baştan sona kesen “Çoban-Sürü İlişkisi” yani “kişi kültü” kodunun egemen olduğu, özgürlüğe/oydaşmaya/seçime/sözleşmeye değil; zora-atamaya-itaata (biat) dayanan İran ve Bizans’tan etkilenen “Saltanat İdeolojisi” veya Abbasilerde gelişen “Hilafet Teokrasisi”ne dayanır.
Sonuç olarak,islam dünyasında modern dönemlerde bu hüküm ve uygulamaların büyük bir bölümü, görmezlikten geliniyordu ve uygulanmıyordu. IŞİD ve Taliban, -samimi oldukları için- bunların bazılarını uygulamaya koyunca, dünya ile birlikte diğer müslümanlar da şok olmaya başladılar.
Sünnîliğin tarihini baştan sona kesen bu yorum, Tanrı’nın emirlerine boyun eğme, teslimiyet ve itaat duygusundan kaynaklanabileceği gibi; mutlak doğrulara sarılmak/taklit ve dogmatizmin arkasında korkaklık, zayıflık, pragmatizm, konformizm, tembellik ve bağnazlık da mevcuttur.
2- TARİHSELCİLİĞİN ÇÖZÜM ÖNERİSİ: SABİT DİN DİNAMİK ŞERİAT
Tarihsel olayları-olguları, belli bir oranda içinde oluştukları toplumsal koşulları -nedensel olarak- dikkate alarak yorumlama anlamında bilimsel bir yöntem olan “Tarihselcilik”, Pakistanlı âlim-düşünür Fazlurrahman tarafından Kur’an’ın oluşum sürecine de uygulanmıştır. Kur’an’ı yorumlama yöntemi olarak Tarihselcilik, Fazlurrahman’a göre, Allah vahiy indirirken bazı hukuki hükümlerini, yedinci yüz yılın Arap toplumunun sosyolojik ve ahlaki hazır-bulunuş koşullarına göre ayarlamıştır. Fazlurrahman ve onun Türkiye’deki muakkiplerine göre, Kur’an ayetleri lafız ve mana olarak Allah’a aittir. İndikleri koşullarda “olması gerekeni” ifade eder. Ancak, insanlığın ahlaki tekâmülü ile bazı hükümlerin değiştirilmesi icap edebilir. Şeriatların nesh edilmesinin hikmeti de buna dayanır. “Hükmü, sadece Allah değiştirir” demek, dogmatik bir tutumdur. Zira kendi koyduğu hükümleri, toplumsal değişmeye paralel olarak Allah da değiştirmekte ise; o zaman hüküm değiştirmenin saiki ve nedeni, keyfilik-irade veya kudret değil; ahlaki şartların değişmesi ve kimi durumlarda olgunlaşabilmesi ihtimalidir.
Kur’an’ın yazılmasında ve toplanmasında meydana gelen kıraat ihtilafları, ulema tarafından yazılan eserlerde tartışılmıştır. Bu sorundan bağımsız olarak modern zamanlarda dillendirilen Kur’an’ın, mana olarak toptan Allah’tan geldiği ve fakat onu, duruma göre cümlelere dökenin Hz. Muhammed olduğu teolojik iddiasının/inancının “Tarihselcilik” ile herhangi bir ilişkisi yoktur.
Tarihselciliğin anlaşılması için, Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, doksanlı yıllara kadar kapalı yerlerde ve ulaşım araçlarında sigara içmek, “normal” görülüyordu. Ahlaki olgunlaşma sonucu yasaklanmasının üzerinden bir “müddet/zaman/tarih” geçince, yeni kuşaklar tarafından bu eski durum, anlaşılması zor/anormal olarak görülüyor. Kur’an nazil olurken, içki içmeye, “önce” ses çıkarılmaması; “sonra” da yasaklanmasında buna benzer bir ahlaki olgunlaşma yaşanmıştır. Hukuk kurallarının ve Anayasaların birçok toplumda değişmesinin arkasında yatan neden, toplumların ahlaki durumlarının dinamik ve değişken olmasıdır.
Bu yorum, aslında Kur’an tarafından “Nesh-Tebdil ve İmha” olarak ifade edilen (3/106, 13/39, 16/101) şeriatların evrimini ifade eden ve bir Fıkıh Usulü kaidesi haline getirilen “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz= Zamanın değişmesi ile hukuki hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” ilkesine dayanır. Teolojik olarak da, Mu’tezile’nin benimsediği “Kur’an’ın mahlûk olduğu” ilkesine dayanır. Klasik ulema da, “Peygamberlerin dini bir; şeriatları farklıdır.” görüşünde icma etmiştir. Sünnilik, bir başka kaide olarak ifade edilen “Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur= Hakkında kesin nas olan konularda yeni içtihat yapılamaz.” ilkesine ve Hanbelîliğin benimsemiş olduğu “Kelam-ı Kadim=Ezeli Kur’an” teorisine/teolojisine bağlı kalmıştır. Tarihselci yaklaşım, tarihte, Kur’an konusunda sahabelerden Hz. Ömer, tabiinden Ata bin Ebi Rebah ve klasik dönem âlimlerinden Necmeddin Tufi; Hadisler konusunda da, Ebu Hanife gibi az sayda şahsiyet tarafından savunulurken; mutlakçı/evrenselci görüş ise, cumhur ulemanın görüşü olmuştur. Maturidi, bu azınlık görüşü “İçtihadi Nesh” olarak kavramsallaştırmıştır. Ulemanın, bu konuda neredeyse “icma” etmelerinin sebebi, Tarihsel-toplumsal koşulların, uzun bir süre boyunca son derece yavaş değişmiş olması dolaysıyla, değişimin hissedilememiş olmasıdır. Ancak değişim, Osmanlının sonuna doğru görülmüş ve “Mecelle”de fıkıh usulü kaidesi haline dönüştürülmüştür. Ulemanın, -değişim konusunda-Kur’an ve Hadise dokunamaması, büyük ölçüde Şafii’nin koyduğu usulden ve Hanbelîliğin koyduğu “Kadim Kur’an” teorisinden/teolojisinden kaynaklanmıştır.
Arap dünyasında modern zamanlarda bu fikri çeşitli metodolojiler ile savunan düşünürler de mevcuttur. Mısır’da Nasr Hamit Ebu Zeyd ve Hasan Hanefi; Tunus’ta Mahmut Taha ve Abdullah Naim; Cezayirli Muhammed Arkoun; Faslı M. Abid El-Cabiri ve Taha Abdurrahman, Güney Afrikalı Ferid İshak bunlardan bazılarıdır.
Bu görüş, dinin evrensel ilkeleri olan iman (Tevhit-Mead/Ahiret-Nübüvvet), ibadet (Namaz-Oruç-Hac-Zekât) ve ahlakın evrensel; şeriatların ise tecdite-update açık ve dinamik olduğunu savunur. Bu evrensel ilkeler, Kur’an’da olduğu gibi; sahih veya gayri sahih hadislerde ve ulemanın içtihatlarında da mevcut olabilir. Tarihsel olup, yenilenebilir/değiştirilmesi gereken hukuki hükümler de, Kur’an’da olabileceği gibi; hadislerde de olabilir. Bunların neler olduğuna Ulema, içtihat ile “Hasbî” ve “Muhasibî=Eleştirel-Critical)” olmak koşulları ile karar verir. Bu koşullar ile yaptıkları içtihatlarda cumhur ulemaya göre isabet ederlerse, iki sevap; yanılırlarsa, bir sevap alırlar. Çünkü Kur’an: “Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine gitme; zira kulak, göz ve kalp, bu hususta hesaba çekilecektir” (17/36) demektedir.
İslam dünyasında ve Türkiye’de bulunan ve “Kur’aniyyun”, “Mealciler” veya “Only Kur’an” cılar ise, Hadisleri ve içtihatları kategorik olarak reddedip Kur’an’daki hükümlerin bir kere ve bütün zamanlar için verilmiş, değiştirilemez hükümler olduğuna inanıp işlerine gelmeyen hükümleri kelime oyunları, ibarelere takla attırmak ve temelsiz teviller ile “Hile-i şeriyye” veya “Kitabına uydurma” yapmaktadırlar.
Tarihselci yorumlama metodolojisinin faillerine bakacak olursak, bunların Kur’an’ın mesajını sekülerizme-humanizme indirgeme ithamı, birçoğu için bir iftira niteliğinde kalmaktadır. Çoğunluğu, -Fazlurrahman başta olmak üzere- sekülerizmin-kapitalizmin doğurduğu ekolojik, teknolojik, politik, iktisadi sorunların çözümünü Kur’an’ın metafiziğinde (Allah ve Ahiret) ve ahlakında görmektedirler. İslam’ın aktüel değerini ortaya çıkarmaya çalışmaktadırlar. Tıpkı Allah’ın ve Peygamberlerinin konuşurken, Allah’ın yaratılışta insana bahşetmiş olduğu (91/7-10, 30/30) vicdan (lübb, fuad, basiret, ruh..) kapasitesine hitap ettiği gibi; bu kapasiteyi mezheplerin/dogmatik teolojilerin, taklidin, tekrarın, -Cahiliyyede olduğu gibi- katı gelenekçiliğin/muhafazakârlığın karşıtı olarak diriltmeye çalışıyorlar; Kur’an’ın ve Sünnet’in evrensel mesajının gölgesinde. Korkak, kasvetli, bağnaz, tembel/teslimiyetçi bir karakter yerine; cesur, özgüven ve sorumluluk sahibi, hasbî ve muhasibi olma, tetikte/teyakkuzda olma, risk alma, saikleri ile yaşamı zenginleştirme ve yüceltme.