ERKUT TEZERDİ
Yazdığı toplumsal gerçekçi öyküleri ve İran sineması üzerine kaleme aldığı kapsamlı araştırmalarıyla bilinen Cihan Aktaş’ın yeni romanı ‘Şirin’in Düğünü’ okuyucuyla buluştu. Romanında ailesi faili meçhul bir cinayete kurban gidince ılımlı mütedeyyin halasının yanında yetişen Şirin karakterinin kendini gerçekleştirme sürecinde, özgürlük tutkusunu ve aşkını anlatan Aktaş, aynı zamanda da 2000’lerin Türkiyesini tasvir ediyor, toplumsal yapıyı mercek altına alıyor. Cihan Aktaş’la ‘Şirin’in Düğünü’ üzerine konuştuk.
ÖZGÜRLÜK HAZIR PAKET DEĞİL
Romanınızın ana karakteri Şirin’in varoluş amacı nedir? Belgeselci olmak onun düşüncelerini, umutlarını nereye taşıyor? Yaşadıkları neticesinde özgür olduğunu söyleyebilir miyiz?
Şirin anlatı içinde farklı aşamalardan geçiyor. Sahici kimliğiyle gün yüzüne çıkmaya dönük bir ertelemeler halinde yaşıyor hayatı. Sahte bir hayata özgü tedirginliği, ailesinin faili meçhul cinayete kurban gitmesinin soruları, mesleki seçimini de belirliyor. Yalana mecbur bırakan, sahte bir adla sürdürdüğü ilişkilerin onu yorduğunu hissediyorsunuz. Aynı nedenle aşık olamadığını dile getiriyor zaten. Belgeselcilik gerçeğe doğru arayışının bir zemini olarak heyecanlandırıyor onu ama orada da yalana dolana başvurmasına dönük beklentilerle karşılaşıyor. Mecbur kaldığı yalanlardan kendisini çekip çıkaracak bir dava, bir ideoloji, bir aşk beklentisi içinde. Aşık olduktan sonra yaşadığı merhaleler neticesinde özgürlüğe ilişkin fikirleri de olgunlaşıyor. Özgürlüğün hazır bir paket olmadığını öğreniyor. Özgürlük veya benzeri olgular garanti edilmiş paketler halinde varlık alanımızda kalıcılık kazanmıyorlar, uğruna sürekli mücadele edilirken sürekli yeniden öğreniliyor değerler.
Şirin’in kendini gerçekleştirme doğrultusunda engellerini nasıl açıklayabilirsiniz?
Halasının korkuları, Nursuna ismiyle değil Şirin ismiyle yaşamasına izin vermiyor. Yapay bir kimlik üzerinden bir gelecek ve kariyer hatta aşk hayal edemiyor. O zaman da Şirin ismiyle geçirdiği çocukluğundan koparıldığı hissiyle, köksüz ve aidiyetsiz hissediyor kendini. Dünyaya kimliğini haykırmak, ailesinin başına gelenler konusundaki gerçeklerle yüzleşmeden, dahası bu gerçekleri araştırmadan nasıl mümkün olabilir? Ancak aşık olduktan sonra bu konuyu bütün yönleriyle düşünme gücü buluyor kendinde.
Ilımlı mütedeyyin bir ailede yetişen Şirin’in aşık olmasını, aşka bakış açısını nasıl değerlendirirsiniz? Ayrıca Kürşat ve Faruk, Şirin’in hayatında nasıl bir yer tutuyor?
Şirin aşka karşı temkinli çünkü hiçbir erkeğin kendisini aşkı mümkün kılacak sahih bir bakışla fark edemeyeceğini düşünüyor. Bu nedenle Faruk’a yönelik duyguları dolayımlı bir çizgide gelişiyor. Nizami’nin Hüsrev ve Şirin efsanesinde olduğu gibi, tasvir yoluyla, sinevizyon gösterisi ve uzaktan baktığında yerleştirme sanatı sandığı bir mizansende kullanılan fotoğraflar üzerinden fark ediyor onu ama Faruk özellikle Cahit Zarifoğlu’nun ‘Ağaçlar’ şiirine duyduğu yakınlıkla dikkatini çekiyor. Şirin’in aşka mesafesi bu şiiri dinlerken ortadan kalkmaya başlıyor. Babasının sevdiği şiiri okuduğu için Faruk gözünde medyada öğrendiklerinden ve aktivist arkadaşlarının anlattıklarından farklı bir mahiyet kazanıyor. Hayatında yer tutan fazla insan yok Şirin’in, bu nedenle onları kaybetmeme azmi belirleyici oluyor kararlarında. Kürşat çocukluğunun kahramanı, hiç sahip olmadığı ağabeyinin yerine koyduğu kişi. Ayrı kaldıkları yıllarda da bu değişmiyor. Çocukluğunun pek az tanığından biri saydığı için onu ailesinin bir parçası olarak görmekte direniyor. Kürşat da biliyorsunuz razı olmuyor kendisine biçilen bu role. Klasik anlatıda olduğu gibi: Kürşat Şirin’e, Şirin Faruk’a aşık. Faruk ise Şirin’e aşık olsa bile sorumsuz ve bencil. Şirin ikisinden de vazgeçmeme, ikisini bir araya getirme mücadelesini sürdürürken, Kürşat bambaşka bir bağlama yöneliyor. Efsanenin aslında olduğu gibi intihar etmiyor. Aşk yolları sonsuz.
ONLAR İÇİN YENİLİK TEHDİTTİR
Kendisini modern muhafazakar diye nitelendiren Safure Hala’nın fikirleri toplumumuzun hangi kesimine ait? Bu kitleyi nasıl anlatabilirsiniz?
Modern türban takıyor, Kenan Evren’e ‘Paşa’ diyor, alaturka musikiyi seviyor, ancak çocuklarını da Avrupa başkentlerindeki yatılı okullarda okutuyorlar. Anadolu’dan göç eden insanların zevksizliği ve görgüsüzlüğünü eleştiriyorlar hep ama kendileri de evlerini bir iç mimarın rehberliğine terk ediyorlar. Bir ayakları Anadolu’da bir şehirde, diğeri Avrupa başkentlerinde. Yeni sermaye sınıfının henüz belirsizlikler taşıyan zevk ve eğilimleri karşısında tepkisel, horgörülü bir tavır sergiliyorlar. İstanbul’un ne kadar bozulduğunu dile getiriyorlar hep. Yeni yapılaşmadan şikayet ediyorlar ama bu yapılaşmanın gerçekleşmesinde payı olan rant ilişkilerinden bağımsız değiller. Aslında kısmen değişen tüketim alışkanlıklarının dışında kaldıkları da söylenebilir. Onlar kendi altın çağlarında geliştirdikleri alışkanlıkları yüceltiyor ve bu alışkanlıkları tehdit eden her yeniliği bir tehdit, bir yozlaşma olarak tanımlıyorlar.
KARİYER PLANLARINA SERMAYE YÖN VERİYOR
Romanda “Para ve güç el değiştiriyordu. Sosyete, Anadolu sermayesiyle birlikte yozlaşıyordu” diyorsunuz. Bu değişimi nasıl açıklayabilirsiniz?
Sosyetenin Anadolu sermayesiyle birlikte yozlaştığı görüşü, bir yolunu bulup medya seçkinleri çevresine dahil olmaya çalışan Melike’ye ait. Anladığımız kadarıyla sermayenin el değiştirmesiyle ortaya çıkan hareketlenme, kariyer planlarını yeniden ele almaya zorladığı için öfkelendiriyor onu. New York’ta belgesel eğitimi gördüğü için kendini çok önem verdiği konumlara hazırlamış. Bu eğitimin hayal ettiği mesleki sıçramaya yetmediği kanısına ulaştığı için, çok da yakınlık duymadığı halde fasıl meclisi gibi toplantılara katılarak muhafazakar çevreden hatırlı tanıdıklar edinmeye çalışıyor.
AİLESİ FAİLİ MEÇHUL BİR CİNAYETE KURBAN GİTTİ
Eseriniz toplumsaldan daha çok kişisel bir soruna mı dikkat çekiyor?
Bunu kendim tanımlamalı mıyım, emin değilim. Bir roman kişisel olanda derinleşirken toplumsal olanı göz ardı etmiş olmaz zaten, diye düşünürüm. Hüsrev ve Şirin efsanesini, Ferhat’a da eşit bir rol vererek 2000’ler Türkiyesi zemininde tasarlamaya çalıştım. Şirin bir faili meçhul kurbanı ailenin kızı ve kendini gizleyerek yaşama gerekçesi olan korkularından kurtulmaya çalışıyor. Beri taraftan Hüsrev kişiliğini temsil eden Faruk’un da bambaşka nedenlerle geçmişini gizlemeye çalıştığını öğreniyoruz. Bir de asker kökenli olmadığı halde kendisini öyle gösteren bir kahraman var. Bunlar birkaç örnek. Demek istediğim, 2000’lerde toplum olarak yaşamaya çalıştığımız şeffaf bir dille sorunlarımızı aşma çabasının yansımalarını göz ardı etmek mümkün değil romanda.
HAFTANIN KİTABI
Mucize / R.J. Palacio / Pegasus Yayınları / 336 sayfa / 32.50 TL
Çocuklara hikaye büyüklere ders
August, yüzünde deformasyonla doğan bir çocuk. Yaşadığı teratolojik durum, onu yalnızlaştırır, insanlardan tamamen uzak bir yaşam sürmesine neden olur. Bu onun en büyük özlemi... Çünkü August sosyalleşmeyi istiyor fakat önünde ciddi engelleri var. Xbox konsoluyla oyun oyanar, dondurma yemeyi çok sever, eğitimini annesi vasıtasıyla evde tamamlar. Arkadaşları ise sınırlı. Ancak 10 yaşına geldiğinde, beşinci sınıf eğitimine başlayacağı sene annesi bir okulla anlaşır ve August eğitimine orada devam eder. Fakat August’un anomalisi okuldaki çocukların alaycı bakışlara maruz kalmasına yol açar. Bu durum onu üzse de birkaç iyi arkadaş edinmeyi başarır. Jack ve Will bunlardan birkaçı... İnsanların August’a yönelik bakış açılarının anlatıldığı kitabın bir bölümü de okuyucuya August’un ablası Via’nın ve arkadaşlarının gözünden aktarılıyor. Romanın olay örgüsü basit ve akılda kalıcı. Çocuk hikayeleri yazarı R. J. Palacio’nun yazdığı ‘Mucize’ aslında tıpkı ABD’li yazar Salinger’ın kaleme aldığı ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ (Gönülçelen) gibi bir roman. Her iki eserin de anlatım şekli neredeyse aynı; roman birincil ağızdan ilerliyor, karakter sivri dilli, eğlenceli ve okuyucuya empati kurdurmayı amaçlıyor. ‘Mucize’, çocuklara hikaye, büyüklere ders. Ötekileştirmenin, ayrıştırmanın ve nefret söylemlerinin toplumun özünü yozlaştıran, çocuklarının geleceğini tehdit eden bir yaklaşım olduğuna dikkat çekiyor.
RAFLARDAKİ EN YENİLER
Zihnin iyileştirici gücünü keşfedin
İngiltere’de Kraliyet Akademisi Bilim Kitabı Ödülü finalisti olan ‘Şifa’da yazar Jo Marchant, heyecan verici araştırma ve vakaların peşinden dünyayı dolaşarak şu sorulara cevap arıyor: Alternatif tıbba yönelmek hepten bir yanılgı mı, yoksa bir fark yaratabilir mi? Düşüncelerimiz, inançlarımız ve duygularımız fiziksel sağlığımızı etkileyebilir mi? Zihnimizi bedenimizi iyileştirmek üzere eğitebilir miyiz? ‘Şifa’, zihnin iyileştirme potansiyelini, sınırlarını ve bundan nasıl faydalanabileceğimizi ortaya koyuyor.
Dehşet Palas AVM’de yaşananlar
İstanbul’da Karnaval Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan ‘Dehşet Palas AVM’de postmodern zamanları bulacaksınız. Deve Dongur adında bir yeraltı canavarı, Tahtakoz künyeli ecinni, Kırıntı Hanım lâkaplı küçük bir kız, Deli Gorgor diye bilinen bir gariban, Mahmur Çiçeği isminde bir hayat kadını ve diğerlerinin serüvenleri anlatılıyor. Curcuna, keşmekeş, gırgır, kargaşa, velvele, dağdağa, patırtı, gulgule, şaklabanlık, soytarılık, madrabazlık, hırgür, cümbüş ve şamata bir arada.
İki güzel öykü bir arada
Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Nazlı Eray’ın, öykülerini bir araya getiren Toplu Öyküler’in birinci cildi, yazarın en sevilen kitaplarından ikisinden oluşuyor. Geceyi Tanıdım, aradan geçen yıllara rağmen tazeliğini, sarsıcılığını ve yeniliğini koruyan, Eray’ın koşarak ilerleyeceği büyülü gerçekçi yolun temel taşlarını oluşturan en ünlü öykülerini bir araya getiriyor. 1988’de ‘Haldun Taner Öykü Ödülü kazanan Yoldan Geçen Öyküler de artık tam anlamıyla bir klasik.
Leonard Cohen’i şarkılarıyla anıyoruz
Berk Kuruçay, kasım ayının başında yaşamını yitiren ünlü sanatçı Leonard Cohen’in şarkılarının hikayelerini ‘Daha da Karanlık’ adlı kitapta kaleme aldı. ‘Hallelujah’, ‘Never Mind’, ‘Suzanne’, ‘Nevermind’ gibi 17 şarkısının Türkçe’ye çevirisi, neden ve nasıl yazıldığı, arkasındaki duygulu süreç kitapta yer alıyor. Berk Kuruçay, bu kitap için “Naçizane bir anma, yad etme ve saygı duruşu olsun” yorumunu yapıyor. Kitapta Cohen’in hiç görmediğiniz fotoğrafları da yer alıyor.
YAYINEVİ MUTFAĞINDAN
Dört farklı kitapla tarih yolculuğu
Yayın hayatına yeni başlayan Kronik Kitap, tarih alanında dört önemli kitap yayımladı. Onlardan ilki birkaç ay önce kaybettiğimiz duayyen tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık’ın ‘Osmanlı’da Devlet, Hukuk ve Adalet’ adlı kitabı. Bu kitap, yazarın bu konularda yayımlanmış özel araştırmaları bir araya getirildi. İkinci kitap Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya ait. Ortaylı, ‘Osmanlı Devleti’nde Kadı’ kitabında kadıların tarihini ve yargı görevlerini, tayinini, görev süresini, yargı bölgesini, yardımcılarını, diğer memurlar arasındaki hiyerarşik ilişkisini ve Osmanlı mahkemelerinin nasıl işlediğini birincil arşiv kaynaklarını kullanarak anlatıyor. Sadece 9 yıl tahtta kalmasına rağmen Türk tarihinde adı en fazla geçen hükümdarlardan biri olan Alp Arslan’ın hikayesi Cihan Piyadeoğlu’nun kaleme aldığı ‘Sultan Alpaslan Fethin Babası’ kitabında. Prof. Dr. Abdülkadir Özcan ise ‘IV.Murad Şarkın Sultanı’ adlı kitabında padişahın 17 yıllık saltanatına vesikalarla ışık tutuyor.
ÇOK SATANLAR TÜRKİYE
Harry Potter ve Lanetli Çocuk - 8. Kitap
John Tiffany
Jack Thorne
J. K. Rowling
Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens
Yuval Noah Harari
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
Stefan Zweig
Kürk Mantolu Madonna
Sabahattin Ali
Kanadı Kırık Kuşlar
Ayşe Kulin
Müptezeller
Emrah Serbes
Casus
Paulo Coelho
* Çok satan kitaplar ‘idefix, ‘Babil’, ‘kitapyurdu’ ve ‘D&R’ listelerinden derlenmiştir.
HİNDİSTAN
One Indian Girl
Chetan Bhagat
The Legend of Lakshmi Prasad
Twinkle Khanna
The Girl on the Train
Paula Hawkins
Everyone Has A Story
Savi Sharma
Promise Me a Million Times
Keshav Aneel
The Girl of my Dreams
Durjoy Datta
This Was a Man
Jeffrey Archer
You are the Best Wife
Ajay K Pandey
Hindistan’da çok satan kitaplar ‘infibeam’ ve ‘Amazon’dan derlenmiştir.