Birbirimizi kazanmanın yoluna çıkmak
Yeryüzünün bütün kötülükleri ‘fark’ı olumsuz manada işaretlemekle, ötekini tanımlayıp itham etmekle başlıyor, sonra da mahkûm etme cezalandırma süreci. Farklılıklardan çatışma yerine zenginlik üreten bir dile varmak hepimizin dileği olduğuna göre bizi alıkoyan nedir acaba?
Cumhuriyet’in paradigması laik modern yani homojen bir “millet yaratma” olduğu için, Türkiye toplumunun bir kesiminin (Kürtlerin) inkârı zaruri idi. Aslında Türk olmanın da içi boşaltılmak istendi. Kimliğe ruhunu veren din ve inanç birikimi eski, tarih dışı ve köhnemiş ilan edilerek dışlanıyor, sadeleştirme çabalarındaki ifratla Türkçe bütün ifade gücünü yitiriyordu.
Bütün yaralar sarılmalı ama en temel çatışmayı oluşturan, gencecik Anadolu çocuklarının toprağa düşmesine sebep olan Kürt meselesi öncelikli ister istemez. Kurucu elitlerin Kürt kimliğini inkârı yüzünden hakiki, rızaya dayalı bir barış hiçbir zaman tesis edilemedi. Halk olarak dilek ve temennilere rağmen bir bütün (unite) olamadık. Bu yüzden Çözüm Süreci Cumhuriyet tarihinin paha biçilmez hamlesi.
Silah bırakma aşamasına ulaşmak hedefiyle örgütle görüşmelerin başladığı çeşitli tarihlerden bahsedilse de, Çözüm Süreci gerçek anlamda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 2005 Diyarbakır konuşmasıyla başlamıştır. O günlerde bir panel için bölgede bulunduğumdan bu konuşmanın yaptığı derin etkiyi sahada izleme imkânım olmuştu. Başbakan, Kürt kimliğinin inkarının yanlış olduğunu söylemiş, “devlet özür dilemesini de bilir” sözleriyle paradigma değişikliğinin ilk işaretlerini vermişti. Nice acılardan geçmiş halk üzerindeki olumlu tesiri annelerin gözlerinde, gençlerde, çarşıda, pazarda görmek mümkündü.
Bu yaklaşımın amacı çatışma ve huzursuzluğun kaynağı olan inkâr ve asimilasyonun ortadan kalkacağı, silahlı çatışma ortamının sonlanacağı bir yola girmekti. Dil üzerindeki baskıların kaldırılması ve Kürt kimliğinin anayasal güvenceye kavuşturulması, yıllardır çiğnenmiş meşru hakların teslimi. Bunlar terör estiren zalim bir örgütün yarattığı çatışma ortamı olmadan da konuşulması gereken meselelerdi. Hak ve adalet duygusu varsa, birlik ve bütünlük arzusu sahiciyse kardeşlik için atılması gereken doğal adımlardı zaten.
Süreç içinde bölgede yaşanan zafiyet, otoritenin örgüt tarafından ele geçirilme teşebbüsü halkın kafasını karıştırdı. Silahlı örgüt dayatma ve baskıyla sonuç almaya kalkıştı. Fakat zihinlerin özgürleşmesini engelleyen şiddetin, halkın benimsemediği hendek siyasetinin karşısına sadece güvenlik politikalarını koymak, katedilen bütün mesafeleri yok mesabesine indirecektir.
Ortadoğu’da parçalı ve kıyıcı bir 3. Dünya Savaşı yaşanırken iç barışın kıymetini ve bunun bölgeye getireceği umudu anlamak ve anlatmak çok önemli. Barış adımlarının atıldığı iki yıl içindeki inkişafın ve huzurun aklımızdan silinip gitmesine izin vermemek lazım.
Bütün hatalara rağmen çözüm süreci bölge barışına ulaşmada hala en kıymetlimiz ve yakın tarihin en kayda değer politik başarısı. Çözümün taraflarının ayrı ayrı fakat aynı emperyal güçler tarafından kuşatılarak bu sürece sırtını dönmesi, geri dönüşü olmayan büyük bir hata olur. İspanya İrlanda Kolombiya tecrübelerini konuşuyoruz, elbette insanlık bir diğerinin tecrübesinden yararlanmalı, fakat en önemli ders yanı başımızda yerle bir olan Diyarbakır Cizre, Silopi deneyiminde. Buralarda neyi neden ve nasıl kaybettiğimize dair sağlıklı analizler yapılamazsa bu günleri aramak mukadder olabilir Allah korusun.
Ülke hataları bahane ederek Çözüm Süreci’nin ortadan kalkmasını savunanlara teslim edilirse artık kelimelerin, sözün, emeğin, istişarenin, akletmenin ışığı iyice kararır. “Ülkenin her zamankinden çok birlik ve beraberliğe ihtiyacı var” sözüyle büyüdük hepimiz, bunun gerçekleşmesi ilkelerin, her koşulda adaleti öncelemenin izini sürmekten geçiyor.
Silahlar konuşacağına insanlar konuşsun, hikayeleri duyalım, ötekini kazanmanın, birbirimize sahip çıkmanın, kardeşinin hakikatine eğilmenin yoluna çıkalım.