'Zâhirî ve Selefî din yorumu'
Herkese selamlar. Beş haftalık zaruri bir ayrılıktan sonra yine birlikteyiz.
Başlığımız, KURAMER’in 2019’da yayımladığı sempozyum kitabının adı. Merkez, bir seri oluşturan 400-500 sayfalık bu kitapları takriben 60-70 sayfaya indirip, bir “Değerlendirme ve Sonuç” kısmı da ekleyerek kendi WEB sitesinde yayımlamaktadır. Dileyenler bunların PDF’lerine “KURAMER”in internet sayfasının “Temel Konu ve Kavramlar” başlığından ulaşabilirler.
Şu günlerde bu seriden bir çalışmayı daha tamamlamış bulunuyorum. İnşaallah önümüzdeki günlerde okuyucuya sunacağız. Bu çalışma için pek çok kaynağı da inceleyerek bir “Değerlendirme ve Sonuç” yazdım. Bu yazımdan da yararlanarak, Müslüman dünyayı bugünkü hallere düşüren dinî zihniyete ışık tutacağını düşündüğüm bazı tespitlerimi sizlerle paylaşacağım.
Öncelikle, İslam düşüncesinin ve uygarlığının ayırıcı karakterini tayin eden bir hususu belirteyim: İslâm inanç ve fikir tarihinde ortaya çıkan farklı anlayış ve yorum sahiplerinin tamamına yakını dinî konulara ve din ile ilişkilendirilen dünyevi meselelere dair görüşlerini ve pratiklerini Allah’ın Kitabına ve Peygamberimizin Sünnetine dayanarak meşrulaştırmaya dikkat etmişlerdir. Onlar, ilgili hadis uyarınca “Sünnet” kavramını da “Hz. Muhammed (a.s.) ve ilk dört halifenin sözleri ve uygulamaları” diye anladılar. Ayrıca Ehl-i Sünnet’i oluşturan büyük Müslüman çoğunluğun ilim ve fikir insanları, kurucu önderleri olan âlimlerin bıraktıkları mirastan da yararlandılar.
***
Ancak Müslüman âlimler içinden Ehl-i hadis, Ehl-i eser, (günümüzde) Selefiyye gibi adlarla anılan başka bir kesim, dinî metinleri zâhirî ve lafzî manalarıyla sınırlayıp; lafzî anlamın ötesinde, amaç ve yarar eksenli aklî ve mantıkî yorumlar yapılmasını kesinlikle reddetmişler; başta Hz. Ömer olmak üzere Sahâbe âlimleri ve yöneticilerinin anlayış ve uygulamalarının aksine, dinî metinlerden aklî yöntemlerle genel prensipler üretilmesine karşı çıkmışlardır. Aynı kesim, “Selef” kavramını ilk üç Müslüman nesil, “sünnet ve eser/âsâr” (kültürel miras) kavramlarını da “bu üç neslin dinî tecrübeleri” anlamına indirgemiş, dolayısıyla bu kavramları kendi şekilci ve dogmatik anlama ve yaşama tarzlarıyla sınırlamışlardır.
Sonuçta Ehl-i hadis, bu dar çerçeve içine soktukları geleneği, “sünnetü’l-Arab”a (Arap geleneği ve kültürüne) uygun şekilde mutlaklaştırdılar. Tek örnekle yetineyim. Dört sünnî mezhepten Mâlikîliğin kurucusu Mâlik b. Enes şöyle demiştir: “Yabancıların sünnetini öldürün, Arabın sünnetini yaşatın!” (Şâtıbî, el-Muvâfaḳât, nşr. Meşhur b. Hasan, Huber 1947, IV, 115).
Müslüman toplumlarda zaman geçtikçe etkisini artıran bu zihniyet, büyük ölçüde “sünnetü’l-Arab” içine sıkıştırdıkları ve şekilciliğe hapsettikleri bu gelenekle örtüşmeyen başka bütün gelenekleri, yorum ve anlayışları “İslam dışı, gayrimeşru yenilik” anlamında bid‘at sayıp reddettiler.
Arap olmayan, dolayısıyla bu kutsallaştırılmış geleneğin dışında kalan yeni Müslümanların tamamına yakını, Emevîler döneminden itibaren Zâhirî-Selefî çevrelerce “Mevâlîler” adıyla aşağılanmaya başlandı. Halbuki –başta Ebû Hanîfe olmak üzere- “Ehl-i re’y (re’y/akıl taraftarları), Allah’ın Kitabı ve Peygamber’in Sünneti’ndeki mana ve maksatlara sadakati titizlikle korudular. Zaman ilerledikçe ortaya çıkması kaçınılmaz olan yeni meselelere “nakil ve akıl” birlikteliği ile çözümler üretmeyi de görev bildiler. Buna rağmen onlar, sırf re’y/akıl taraftarları oldukları için Ehl-i hadis tarafından “Sünnet düşmanı, bid‘at ve dalalet ehli” gibi ağır suçlamalarla itibarsızlaştırıldılar.
Aslında herkes gibi Arap asıllı ulemanın da kendi milletinin kültürünü, geleneğini (sünnet, âsâr) koruyup yaşatmalarında yanlış bir şey yoktur. Yanlış olan, “sünnetü’l-Arab”ın, yani Araplara mahsus gelenek ve örfün, Ehl-i hadis tarafından, İslam’da özel bir yeri olan Peygamber’in dinî konulara mahsus “Sünnet”i ile harmanlanıp, bütün Müslüman milletlere İslam’ın vazgeçilmez değerleri olarak dikte edilmesidir. Yüz yıllardır yaşanan, hâlâ da devam eden acı tecrübeler göstermektedir ki, bu anlayış, evrensel İslam’ı, son derece muhafazakâr ve yenilik karşıtı olan “Arabın sünneti”ne hapsetmiştir. Başta İmam-ı A‘zam (en büyük önder) Ebû Hanife olmak üzere Ehl-i re’y’den olanların, kâfirlikle itham edilmelerine kadar varan suçlamalara maruz kalmalarının asıl sebebi de bu dar kafalılığa itiraz etmiş olmalarıdır. (Bu ithamlardan bazı örnekleri gelecek yazımda sunacağım.)