Yoksullukla mücadelenin neresindeyiz?
Biraz akademik bir usul ile söze girmem gerekiyor. Peygamberimiz, Medine’ye hicretinden birkaç yıl sonra, Medine toplumu ve inanç grupları arasındaki ilişkileri hukuki bir düzene sokmak için bir toplumsal mutabakat metni hazırlamıştı. Klasik kaynaklarda Sahîfe, Kitâb (yazılı belge), Muvâdea (Sözleşme); modern çalışmalarda Vesika (Batıda Document), Düstûr (Anayasa, Batıda Constitution) gibi isimlerle anılan bu metin yerli ve yabancı araştırmacılarca tartışmasız otantik kabul edilmiştir. (Hikmet Zeyveli’nin hazırladığı Medine Sahîfesi adlı kitap KURAMER tarafından yayımlandı.) Bu metnin bir maddesi de yoksullara mali destek sağlanmasını âmirdir. Bu hüküm metinde şöyle ifade edilmiştir: “Müminler, aralarından hiçbir kimseyi darlıkta (müfrah) bırakmayacaklar; kurtuluş fidyesi ve kan bedelini ödemede ona güzellikle/örfe göre yardımcı olacaklardır.”
Buradaki “kurtuluş fidyesi ve kan bedeli” ibaresi o günün şartlarını yansıtan birer örnektir. Zira maddedeki müfrah kelimesi, “zorunlu giderlerini karşılayamayacak kadar yoksul ve çaresiz durumda olan” anlamına gelir. Nitekim bu Anayasa metnini aktaran İbn Hişam (ö. 218/833), müfrah kelimesini “borç yükünden, aile efradının çokluğundan dolayı darlık çeken” şeklinde açıklar (es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1411, III, 33). Kuşkusuz bu maddenin önemi, yoksullukla mücadelenin belki dünyada ilk defa İslam Peygamberi tarafından bir anayasa hükmü haline getirildiğini göstermesidir.
Peygamberimizin ve ilk Müslümanların yolunu izleyen nesiller, bireysel hayırseverlikleri yanında, vakıflar, dârülacezeler, dârüleytamlar gibi kurumlar oluşturarak yoksullukla mücadeleyi kurumsal hale getirmişler, bunları zamanımıza kadar da yaşatmışlardır. Ancak günümüz dünyasında yoksullukla mücadele, İslam’ın başlangıcında olduğu gibi devletlerin varlık sebeplerinden biri sayılmakla birlikte, mücadelenin felsefesi, eğitimi, hukuki yapısı, yöntemleri, mali kaynakları… geleneksel telakki ve uygulamalara göre son derece farklılaşmıştır. Buna karşılık şu da bir gerçektir ki, bugünün Müslüman toplumları, eski hayır ve yardımlaşma telakki ve uygulamalarını çağın anlayış ve şartlarına göre yeterince güncellememişlerdir. Bu yüzden yoksulluk sorunu halen -farklı derecelerde de olsa- bütün İslam toplumlarında ağırlığını hissettirmektedir.
Çünkü Yeniçağın Müslüman din âlimleri –önceki yazımda da belirttiğim gibi- son derece elverişli olan İslâm kaynakları ve tecrübesinden, modern dünya şartlarıyla uyuşan bir yoksullukla mücadele doktrini üretmediler. İnsanlar için iş ve geçim alanları oluşturma, ülke imkânlarının adil paylaşımı, refahın yaygınlaştırılması gibi hedefleri gözeten bir siyasi, ekonomik, hukuki sistem kurulmasını din içinde görmediler; o yüzden de bir ekonomi felsefesi geliştirmediler. Müslümanların iş ve aş bulmak için kapılarını zorladığı bugünkü Batı ise ekonomik gelişmesini Protestan din âlimlerine borçludur. (Yanlış anlaşılmasın; 5 yüzyıllık Protestanlık tarihi aynı zamanda sömürgecilik, kapitalizm, küresel sömürü ve küresel yoksulluğun da tarihidir.)
***
Ülkemizde yüzden fazla ilâhiyat fakültesinin müfredatında, Peygamberimizin en öncelikli birkaç meselesinden biri olduğunu gördüğümüz yoksullukla mücadelenin –zekât, fitre ve kurban ibadetleri dışında- tek satırlık bile yeri yoktur. Esasen ilâhiyat fakültelerinin bugünkü ders müfredatı, bin yıl önceki Nizamiye Medreselerinde okutulanlarla içerik ve zihniyet olarak neredeyse aynıdır. Onun için bu okullardan bu çağda yaşayan ama bin yıl önceki kafayla düşünen “okumuşlar” yetişiyor ve bunlar toplumu da öyle eğitiyorlar. İşsizlik, üretim düşüklüğü, gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi yoksulluk sebeplerinin de sebebi, toplumsal zihni inşa eden okumuşlarımızın kendi zihinlerinin problemli olmasıdır. Onun için de şu mübarek Ramazan ayında camilerde verilen “fakirlere yardım” vaazları, bütün İslam dünyasında, cami önlerindeki dilenci sayısını artırmanın ötesinde fazla bir işe yaramıyor.