Lafızcı-popülist din yorumu

Bir önceki yazımda İslam’ın ilk iki-üç asrında mesâlih-makâsıd merkezli (dinî kaynakları, içerdikleri insanî, toplumsal, doğal iyilik ve yararlara yönelik küllî amaçlar ve hikmetler perspektifinden) anlayan bir din yorumunun hâkim olduğunu bazı örnekleriyle sunmaya çalışmıştım. Ancak ilerleyen zamanlarda bu anlayışın terk edilip, onun yerine lafızcı, üstelik mezhep görüşleriyle daha da daraltılmış literal anlama yönteminin benimsendiğini belirtmiş, bunun özellikle son asırlardaki Müslüman toplumlara maliyetini sizlere sunmayı bugüne bırakmıştım.

Belirttiğim çok sayıdaki makâsıdcı/gayeci Sahâbe uygulamasına rağmen sonraları ulema ve özellikle fıkıhçılar, bu yorum yöntemini, “bid‘at, dalalet” gibi –sürekli alt düzeyde tuttukları popüler zihinler bakımından önemli ama ilmî ve fikrî bakımından değersiz- suçlamalarla açıktan veya dolaylı olarak gayrı meşru gösterdiler. Aynı suçlama ve popülist dayatmalar günümüzde de devam etmektedir. Müslüman toplumların halen yaşadığı zihinsel kapanmışlık ve her alanda geri kalmışlık olgusunun ana sebebi budur. Buna rağmen, geçmişteki gibi zamanımızda da Müslüman dünyada dinin temel maksat ve hikmetleri türlü şekillerde göz ardı edilip, din lafızcı okumaya sıkıştırılmakta; sonuçta Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatları bin yıllık taassuba kurban edilmekte; bu konuda toplumlara nefes aldırtacak düşünce sahipleri popülist üslûp, itham ve baskılarla susturulmaktadır. Bilimde, tefekkürde, eğitimde, ekonomide, hukukta, insan hakları ve özgürlüklerinde olduğu gibi din yorumundaki kapanmışlıkta da üç aşağı beş yukarı bütün Müslüman ülkelerin durumu budur.

Oysa –bir önceki yazımda anılan kitapta (Makâsıdî Tefsir, s. 134-136) bir tebliğ sahibinin de belirttiği gibi- yasa koyucu (Şâriʿ), koyduğu her hükümde bir maksat gözettiğine göre, hükmü bu maksat doğrultusunda anlayıp uygulamak gerekir. Bu yapılmaz da uygulama yasanın lafzına hapsedilirse yasa hedefinden saptırılmış, amaçlanan fayda zayi edilmiş olur. Nitekim maksadı göz ardı eden aşırı lafızcılık, zaman zaman çirkin hükümlerin verilmesine sebep olmuştur. Mesela 1200 yıldır İslam tarihinin en etkili fakihi olan İmam Şâfiî (ö. 204/820), bazı ayet ve hadisler arasında lafız ilişkisi kurup, bu lafızcı yaklaşımdan yola çıkarak kişinin zina ettiği bir kadının annesi veya kızıyla evlenmesinin yasak olmadığını; bir erkeğin kendi zinasından olan kızla evlenmesi halinde bu nikâh akdinin geçerli olduğunu ve feshedilmeyeceğini savunmuştur (Şâfiî, el-Umm [nşr. M. Mataracı], Beyrut 1993, V, 42-43, 50).

Dürüstçe kabul edelim ki, Müslüman dünyanın özellikle son asırlarda yaşadığı zihinsel ve ahlâkî tıkanmışlığın birinci sebebi, Allah’ın kitabında gözetilen temel hedef ve hikmetleri devre dışı bırakan bu şekildeki bir zahirci/lafzcı Kur’an ve din yorumudur.

Kanaatimce bu tıkanmışlığı aşmanın iki yolu vardır. Biri, dinimiz ve –inşasında İslam’ın en büyük katkıyı sağladığı- kendi kültür ve medeniyetimiz içinde kalarak çözümler üretmek, diğeri de dinin ve onun kaynaklık ettiği kültür ve medeniyetimizin dışına çıkarak tamamıyla seküler dünyadan çözümler devşirmektir. Türkiye’nin son yüzyılında ikinci yol seçilmiştir ve bu tercihin baş sebebi de ulamamızın lafızcılıktan taviz vermediğini gösteren tarihî tecrübedir. Buna rağmen anlatılması uzun sürecek pek çok hayati gerekçelerden dolayı birinci yoldan giderek çözümler üretmek zorundayız.

En az 250 yıldır farkında olduğumuz, fakat zihinlerimizin geleneksel zâhirci/lafızcı din yorumuna kilitlenmiş olmasından dolayı “din elden gider” korkusuyla sorunlarımıza farklı çözümler düşünemediğimiz için karşısında çaresiz kaldığımız bir acı gerçek var ortada. O da şudur:

Yaklaşık beş asır önce dünyanın bir yarısı bilim çağına girdi ve onun sağladığı imkânlarla eşi benzeri görülmemiş gelişmeler kaydetti. Bu gelişmelerin “tümü iyi” denemezse de “tümü gerçek”tir. Bu gerçek karşısında Müslüman toplumlar olarak artık bin yıldır izlediğimiz, bizi aklın, bilimin (ve de dinin) ışığına kapatan zahirci-lafızcı Kur’an ve din yorumundan, mesâlih ve makâsıd (yararlar ve amaçlar) ilkesini öne çıkaran Kur’an ve din yorumuna geçmek zorundayız. Bunu yapmakla yeni bir şey (bid’at) çıkarmıyoruz; Dört Halife, Hz. Aişe, Ebû Hanîfe, İmam Mâlik gibi Müslüman öncülerin izlediği yöntemi öneriyoruz. Onlar, yeni şartlar gerektirdiğinde ilgili nasların (ayetlerin, hadislerin) zahirî/lafzî anlamları yerine gayesine bakıp onu uyguladılar da dinden mi çıktılar!

YORUMLAR (130)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
130 Yorum