İslam’ın 1400 yıllık cazibesi
İslam’ın bir misyonerlik teşkilatı bulunmadığı halde 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarına kadar dünyada en çekici din idi. O saldırıları kim planladıysa tam hedeften vurdu. Akademik kurumlarımızın bu ve diğer terör olaylarının İslam’ın cazibesine etkisini araştırmaları gerekirdi.
İslam’ın bütün tarihi boyunca çekiciliğini korumasını sağlayan sebeplerin başında kapısının geniş olması gelir. “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyen herkes eşit Müslüman muamelesi görür. Bu iki cümleyi kavramak için derin bilgilere ihtiyaç yoktur; çünkü “Lâ ilâhe illallah” bölümü, genellikle insanlığın zaruri gördüğü bir Yüce Yaratıcı inancının yalın ifadesidir. “Muhammedün Resûlullah” bölümüyse beşerî âlemin ilâhî âlemle bağlantının mahiyetini özetler ki, bu da evrensel bir inanç olarak insanlık vicdanında hep var olmuştur.
İslâm davetini kolaylaştıran diğer bir sebep, ibadetlerin zengin ahlâkî ve sosyal muhtevasıdır. Bunlardan namaz, müminlerin ilâhî huzurdaki eşitliğini, birlik ve kardeşliği resmeder. Oruç zenginlere yoksulların şartlarını yaşatır, dayanışma iradesini geliştirir. Bu tesir daha ramazanın ilk gününde hissedilir. Zekât, fitre ve kurban adeta orucun anılan tesirinin pratiğe yansımasıdır. Bütün dinlerde paylaşma öğütlenir ama paylaşmanın farz (dinen zorunlu) oluşu İslam’a özgüdür. Hac ise İslam davetinin evrensel başarısının en güçlü sebeplerindendir. Zira hac, dünyadaki çok çeşitli insan gruplarının ortak “Mukaddes Belde”de toplanıp tanışmalarını, Hz. Peygamber’in benzetmesiyle “bir tarağın dişleri gibi” muazzam bir eşitlik ortamında sevgi ve kardeşlik bağları kurmalarını sağlar.
***
İslâm’da Allah-kul arasına bir ruhban sınıfının girmemesi İslâm davetini Hristiyan misyonerliğinden tamamen farklı kılmıştır. İslâm’ın bu özelliği dinin bir sömürgecilik aleti olarak kullanılmasını önlemiş, bu da insanlık vicdanına İslam’ın bir üstünlüğü olarak yansımıştır.
İslâm’ı çekici kılan bir başka unsur, Peygamberimizin tanımlamasıyla “müsamahakâr / kolaylaştırıcı hak din” oluşudur. Bu din anlayışına tarih boyunca bütün Müslüman fâtihler, siviller ve yöneticiler de sadakat göstermişlerdir. Batı’da insanların farklılıkları yüzünden aforoz edilip giyotin denilen usulle öldürüldüğü çağlarda Müslümanlar çok farklı kesimlere geniş hürriyetler tanıyorlardı. Siyahilerin kölelikten başka bir şeye layık görülmediği bir dünyada ve çağda bir Müslüman beyazın bir zenciyle tokalaşıp kucaklaşması bütün ezberleri bozmuştu. Bir örnekle yetinelim:
Tarihçi İbn Abdülhakem (öl. 871) anlatıyor: Mısır’ın fethi sırasında komutanlardan Ubâde b. es-Sâmit Bizans’ın Mısır valisi Hıristiyan Mukavkıs’la konuşmak istedi (641). Fakat “Mukavkıs onun siyah teninden korktu ve heyete ‘Bu siyah adamı götürün! Bana konuşabileceğim bir başkasını getirin’ dedi. Heyettekiler, ‘İçimizde en akıllı, en bilgili, liderimiz ve bizden daha iyi ve üstün kişi bu siyah tenli zattır’ dediler. O zaman vali şöyle dedi: ‘Bir siyahinin sizden daha üstün olduğunu nasıl söylersiniz! Doğru olan onun sizden aşağıda olmasıdır.’ Araplar dediler ki: ‘Kesinlikle hayır! O siyah tenli olmasına rağmen gördüğün gibi hem konumu hem geçmişi hem de aklı ve zekâsı itibariyle bizden daha saygındır. Şunu da bil ki, siyah renkliler bizde küçümsenmez.’ Bunun üzerine vali, Ubâde’ye, ‘Gel, siyah adam! Bana yumuşak konuş; zira kara teninden korkuyorum’ dedi” (Futûhu Mısır, Beyrut 1996, s. 75).
***
Bernard Lewis, Ortadoğu’da Irk ve Irkçılık adlı kitabında (çev. Enver Günsel, İstanbul 2006, s. 60-61) bu hikâyeyi aktardıktan sonra, Arapların, “Siyah renkliler bizde küçümsenmez” sözleriyle “siyahların beyazlardan aşağıda olmadığını” belirttiklerine dikkat çeker. B. Lewis’in bu hikâyeyi aktarmaktan maksadı iki kültür arasındaki büyük farkı göstermektir.
Bundan on iki asır önceki bir tarihçinin naklettiği böyle bir hikâye Batı kültürünü anlatsaydı, onlar bugün üzerine kütüphane dolusu eser yazarlardı.