Barış için cihad - 2
Bugünlerde Irak devleti ve halkının yine büyük bir çatışmanın içine girdiği, belki de sokulduğu görülüyor. Küresel sömürü güçlerinin entrikalarının eseri olan otuz yıl önceki Irak’ın Kuveyt’i işgali ve sonrasında içine düştüğü, halen de çıkamadığı felaketler zinciri herkesin malumu... Fakat gerek Irak’ın gerekse Suriye ve diğerlerinin içine çekildi bu felaketlerin asıl sebebi, yabancı güçlerden de önce Müslüman toplumların, ülkelerinde toplumsal barış kültürünü geliştirememiş, kendi sorunlarını düşman kamplara ayrılmadan, akıl, adalet ve ahlakın rehberliğinde yine kendileri çözme düzeyine yükselememiş olmalarıdır.
***
Bir önceki yazımın başlığı “Şimdi barış için cihad” idi. Bu ifadeyi çok önemsiyorum. Ve Hz. Peygamber’e isnat edilen “Küçük cihattan büyük cihada döndük” sözündeki “büyük cihad”ın, kendi nefsimizi iyileştirmekten başlayıp, sonu ülke ve dünya barışına kadar varan büyük mücadele olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla Müslümanların artık çatışmacı güdüleri aşıp, böyle bir ahlâkî ve insani ufka yükselmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sulh ve selamet dini olan İslam’ın coğrafyasında tefrika ve şiddet kol geziyor. Milyonlarca Müslüman katlediliyor, yurtsuz yuvasız, aç susuz bırakılıyor. Ülkeleri işgal ediliyor, maddi ve manevi zenginlikleri talan ediliyor. Bu felaketlerden kurtulmanın birinci şartı, Müslüman toplumların kendi içlerinde barışı sağlamak olduğunu, yani “barış için cihad” etmeleri gerektiğini anlamaları, bütün zihinsel ve haricî enerjilerini kullanarak toplumsal barışı gerçekleştirme mücadelesini vermeleridir. Yaşananlar gösteriyor ki, günümüz şartlarında bu mücadele onlar için bir varlık şartı haline gelmiştir.
***
Kur’an’ın insana yüklediği ve “halifelik” (7/129), “yeryüzünün imarı” (11/61) gibi kavramlarla ifade ettiği sorumluluk, Müslümanların kendileri, insanlık ve tüm canlılar için güzel bir gelecek inşa etmekle ilgilidir. Nitekim bin yıl önce yaşamış bir İslam ilim ve fikir adamı olan Râgıb el-Isfahânî’nin, insanın var ediliş amacını şu üç noktada topladığını görürüz: 1. “Buyruk ve yasaklarında Allah’ın iradesine tam uyum ve bağlılık” anlamında ibadet, 2. “İnsanın kendisini ve idaresi altındakileri hikmet, adalet, iyilik (ihsan), hoşgörü (hilim) gibi erdemlerle yönetmesi” anlamında hilafet, 3. “Dünyayı kendisi ve kendi dışındakiler için yaşanır hale getirmesi” anlamında yeryüzünün imarı. Râgıb, bu konularda gösterilecek çabanın “ibadet ve Allah yolunda cihad” olduğunu söylüyor (ez-Zerîʿa, Kahire 1985, s. 90-95). İlk Kur’an terimleri sözlüğünü yazan bin yıl önceki bir âlimimizin “ibadet” ve “cihad”ı nasıl anladığına bakar mısınız!
Aslında bir asır öncesine kadarki İslam toplumlarının anlayışları da bu çizgideydi. Müslümanlar, gayrimüslim vatandaşlarıyla bile barış içinde bir arada yaşamayı hukukî normlara bağlamış ve uygulamış ilk yeryüzü medeniyetinin temsilcileridir. Gelecekteki Müslüman toplumlar, temel dinî kaynaklarını, medeniyet birikimlerini ve yaşadıkları çağı doğru kavradıkları taktirde adaletli yeni bir yeryüzü medeniyeti inşa etmenin belki de tek adayıdırlar. Şimdiki Müslümanlar için böyle bir vizyonun hayalden ibaret olduğunu kabul ediyorum. Ama Râgıb gibi âlimler yetiştirecek olan geleceğin Müslümanları için bunun imkânsız olduğunu kim iddia edebilir? Bu misyon, –şimdilerde büyük kısmı dogmatik uykularında olan- Müslüman bilim ve düşünce insanlarının görevidir; çünkü toplumları aydınlatacak olan onlardır. Kur’an’ın mutlak bir ifadeyle “en hayırlı olan” diye nitelediği (4/128) “barış ve uzlaşı” (sulh) kültürünü toplumlarında onlar oluşturacaklar. Kültürümüzde bunun adı da “ilim ile cihad”dır.
Netice-i kelâm, eğer Müslümanlar yanlışlarını bugün din içinde düzeltmezlerse –Batı’da olduğu gibi- yarın bunu din dışında yapacak yeni nesillerin geleceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Bu sürece karşı çıkan her muhafazakârlık, çözümü din dışında aramayı çabuklaştırmaktan başka bir işe yaramayacak, sonuçta dindarların eliyle dine kötülük edilecektir.