İdeolojiler bitti kültür savaşları geldi
Rahmetli Süleyman Demirel, The New York Times gazetesi yazarı Thomas Friedman’ın “Siyasi partiler arasındaki fark Pepsi Cola ile Coca Cola arasındaki fark kadar” lafını çok sevmişti; her fırsatta karşısındakine tekrarlardı.
Friedman’ın ve ondan nakille Demirel’in kastettiği şey, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından siyasi partiler arasındaki ideolojik farklılaşmanın da sona ermeye başlamasıydı.
O hercümerç içinde mesela İngiliz İşçi Partisi kendi programından Marx’a atıflar yapan maddeleri çıkarmış, Tony Blair liderliğinde “piyasa dostu” olmuş, kendi eski sosyalist köklerini de “share holder society” (hissedar toplum) sloganın arkasına gizlemişti.
Dünya, kapitalizme bir alternatif aramayı bırakın, neo-liberal politikalarla olduğu kadarıyla sosyal devletin de altını oyuyordu. Kamu şirketlerinin satılması anlamında özelleştirme ve kamunun toplum adına kullandığı ayrıcalıklarının azaltılması anlamında “deregülasyon” siyasi yelpazenin neredeyse tamamının tartışmasız kabul ettiği ilkeler haline gelmişti.
İdeolojik farklılıkların törpülendiği, sınıf temelli politikaların terk edildiği bir dönemde siyasi parti oy almaya devam edebilmek için kendi farklılığını bir biçimde topluma gösterecekti. Bu fark, zaten bir zemini de olan kimlik politikaları yoluyla gösterildi.
Tabii bütün toplumlarda farklı farklı kimlikler var. Bunların bir bölümü son derece temel, toplumu dikey bir çizgiyle kesip bölen kimlikler. Ülkemizde Kürt kimliği, kısmen Alevi kimliği böyle birer kimlik.
Toplumları dikey kesen kimlik bölünmeleri azınlıklar yarattığı için büyük boyutlu kitle partilerinin hoşuna giden kimlikler değil.
Kitle partileri toplumu yatay kesen kimlik bölünmelerini daha çok tercih ediyorlar. Yatay kesen kimlikler, etnik veya dini kimlikler gibi neredeyse elle tutulur nitelikte olmayan daha kültürel, daha belli belirsiz, daha esnek, Polonyalı ünlü sosyolog Zygmunt Bauman’ın literatüre kazandırdığı haliyle daha “akışkan” kimlikler.
Esasen Türkiye, belki çok partili siyasetin ilk başladığı 1908’den beri siyasetin bu toplumu yatay kesen kimlikler üzerinde yapıldığı bir ülke oldu. Çünkü bizim ideolojik bölünmemiz hiçbir zaman sağ-sol diye tanımlanabilir sınıf siyaseti güden bir eksen üzerinde değildi; her zaman doğu-batı diye özetleyebileceğimiz son derece karmaşık kültürel bir eksende bölündük biz.
“Batı” dediğimiz bazen “sol” oldu, her zaman tepeden inme modernizm ve modernleşme çabası oldu, “Batıcılık” oldu.
“Doğu” dediğimiz ise “sağ” oldu, “merkez sağ” oldu, “aşırı sağ” oldu, İslamcılık oldu.
Aslında orijinal bölünmemizin adı “Türkçülük” ve “İslamcılık”tı. Ama başlangıçtaki “Türkçüler” zaman içinde “Batıcı” oldular; İslamcılar ise aynı zamanda milliyetçi. Melezleşti iki kanat; birbiriyle kesişim kümeleri oluştu iki yatay bölünmenin.
Bu bölünmeler, belki en başından beri temsil ettiklerini öne sürdükleri toplum kesimlerine topyekün birer hayat tarzı da öneren (Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun deyimiyle) “ahlak”lar haline geldi. Bizde iki siyasi anlayış çatıştığında bu aynı zamanda iki kocaman ahlakın da çatışmasıydı; o yüzden siyasi kutuplaşma köylünün köyünde oturduğu kahvesini ayırtacak kadar keskin yaşandı hep.
Ak Parti, 2002 yılında Türkiye’de iktidara geldiğinde “İslamcı” hatta “gerici” sıfatıyla anılıyordu ama iktidardaki uygulamaları eni konu bir liberal parti uygulamalarıydı. Ekonomide neo-liberaldi; siyasette kelimenin neredeyse Amerika’daki karşılığı gibi “liberal” yani sol ve özgürlükçü davranıyordu Ak Parti. Kadın ve cinsel kimlik hakları konusunda devrim niteliğinde olan uluslararası sözleşmenin adının “İstanbul Sözleşmesi” olması; Türkiyeli eş cinsellerin yıllarca hiçbir engellemeyle karşılaşmadan “Onur yürüyüşü” yapmış olması hep Ak Parti iktidarının birinci dönemine ait şeyler.
O dönemde Ak Parti yatay bölünmelere de dikey bölünmelere de hiç takılmıyor, bütün toplumu temsil etme iddiasıyla hareket ediyordu. Buna karşılık başlıca rakibi olan CHP ile MHP yatay bölünmeyi kışkırtıyor, “ulusalcı” diye adlandırılan Batı düşmanı bir milliyetçi tahkimat yapıyordu.
2011 seçimi sonrasında bu roller tersine dönmeye başladı. “Akışkan” siyaset yerinde durmadı; Ak Parti giderek daha az özgürlükçü, daha az Batıcı, daha çok içe kapanmacı bir kimliği tercih etmeye başlarken rakibi CHP daha geniş kimlikleri temsil etme arzusunu yeni lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ağzından sürekli dile getiren ama ciddi inandırıcılık sorunları yaşayan bir parti oldu.
Bu rollerde terse dönüş 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte tamama erdi; düne kadar en azılı muhalifi olan MHP’yi de yanına alan Ak Parti ve Tayyip Erdoğan, “yerli ve milli” sloganıyla, içe kapanmacılığıyla, demokrasiyi, hukuku ve özgürlükleri kısıtlamasıyla kendi başına bir yatay bölünmenin konusu haline geldi.
Artık karşımızda ekonomiyi dini kurallara göre yönettiği iddiasında olan, meşru siyasi partilerin pankartlarını polis marifetiyle toplatan, anti-LBGTİ+ mitingine devlet gücüyle destek veren, NATO’daki yegane fonksiyonunu oyun bozanlık yapmaya indirgemiş, Türkiye’nin geleceğini Şanghay İşbirliği Örgütü’nde gören bir Tayyip Erdoğan partisi var.
Türkiye’nin akışkan siyaseti bu.