Danıştay kararıyla Meclis’in yetkisini elinden almak

Bu ülke İstiklal Mahkemeleri’ni gördü, 27 Mayıs’ın Yüksek Adalet Divanı’nı gördü, 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemelerini gördü…

Hukukla, hukukun hayata geçmesiyle bir hayli sorunlu bir ilişkimiz olduğuna şüphe yok. Sıkıştığımızda ilk yürürlükten kaldırdığımız şey o oluyor.

Yakın zamanda siyasi talimatla hareket ettiğinden kuşku duymadığımız mahkemeler gördük. Onların böyle hareket ettikleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararıyla birden fazla davada tescil edildi üstelik.

Yetmedi, Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığını gördük.

Hiç biri yetmemiş olmalı, dün Danıştay’ın 10. Dairesi eliyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, çocuğa anlatsanız anlayacağı derecede apaçık bir yetkisi ortadan kaldırıldı, Cumhurbaşkanı’na verildi.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın kendisi de önemli kuşkusuz ama Danıştay’ın ilgili dairesinin bu sözleşmeden çıkmayı “hukuka uygun” bulması başka her şeyin ötesinde çok büyük bir anlam taşıyor.

Türkiye’de kuvvetler ayrılığının fiilen bittiğini biliyorduk zaten. 2017’deki Anayasa değişikliğinden beri Cumhurbaşkanı, tek başına Anayasa Mahkemesi’nden yüksek yargıya, hatta yerel yargıya kadar yargının her aşamasında sadece söz sahibi değil, neredeyse tek belirleyici.

Yani, üç eşit kuvvet olması gereken kuvvetlerden yargı çoktan beri yürütmenin egemenliği altında zaten.

Şimdi, o egemenlik altındaki yargı eliyle, zaten fiilen Cumhurbaşkanı’nın sözünden çıkamaz durumda olan Türkiye Büyük Millet Meclisi de artık “hukuken” ikinci plana atıldı. Bundan böyle ülkemizde Cumhurbaşkanı bir numaralı güç, diğer kalan her şey onun altında sıralanıyor.

Oysa, Anayasamızın başlangıç bölümünde aynen şöyle bir cümle var: “Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu…”

Bu cümleler artık temenniden öte bir anlam taşımıyor. Ortada ne bir “medenî ilişki” var, ne de “işbölümü.” Cumhurbaşkanı yapıyor, geri kalan kuvvetlere düşen görev ise Cumhurbaşkanı’nın yaptıklarını “hukukileştirmek” oluyor.

Bilmiyorum, bu saatten sonra Anayasada yazılı şeylerin bir anlamı var mı hala…

Anayasamızda apaçık yazıyor, uluslararası anlaşmalar söz konusu olduğunda Cumhurbaşkanı’nın yegane yetkisi “Milletlerarası anlaşmaları onaylamak ve yayınlamak.” Mesela, “Yeniden görüşülmek üzere Meclis’e geri yollar” denmiyor bu yetkiler arasında. Meclis bir uluslararası anlaşmayı kabul ettiğinde Cumhurbaşkanı’na düşen tek şey sembolik bir onay vermek ve yayınlamak.

Tabii, anayasa sürekli kendisiyle çelişen bir idareyi hesap etmemiş. Çünkü bir uluslararası anlaşmanın uluslararası anlaşma olabilmesi için zaten önce ilgili ülke ve taraflarla Cumhurbaşkanı yönetimindeki hükümet arasında müzakere edilmiş ve nihai haline getirilip Meclis’e yollanmış olması lazım. İnsan kendi müzakere ettiği ve zaten onayladığı, hatta bazen peşinen imzaladığı anlaşmayı sonra veto eder mi? Veya yürürlükten kaldırmaya kalkışır mı?

Bizde oldu. Tayyip Erdoğan hükümetinin müzakere ettiği, ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nin başına gelen bu. Erdoğan sonra fikrini değiştirdi, sözleşmeden çıkmaya karar verdi. Peki Meclis’in vermiş olduğu onay ne olacak? Danıştay diyor ki Meclis’e gerek yok; Cumhurbaşkanı tek başına ister girer, ister çıkar. Meclis antlaşmaları onaylama konusunda sembolik yetkiye sahip.

O zaman Cumhurbaşkanı yarın Türkiye’yi NATO’dan veya Avrupa Konseyi’nden de çıkarabilir. Bakın Rusya’da Putin yaptı, çıktı Avrupa Konseyi’nden. Oradan çıkınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden de çıkılmış oluyor otomatik olarak.

Bizim Anayasamız diyor ki, “Cumhurbaşkanı temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle siyasi haklar ve ödevler hakkında kararname çıkaramaz.” İstanbul Sözleşmesi temel haklarla ilgili değil miydi?

Ama bunları yazmanın, sanki ortada bir hukuki tartışma varmış ve taraflar birbirlerini hukuki akıl yürütmelerle ikna edebilirmiş gibi davranmanın ne anlamı var?

Demokrasiyi evrensel olarak anlamlı yapan şey, bu rejimin hesap verebilirlik yeteneğidir. Hesabı her zaman ve her yerde yürütme verir; hesap sormayı ise Meclis, yargı ve medya aracılığıyla kamuoyu yapar.

Bizde bu mekanizmadan geriye eser kalmadığına kuşku yok. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da zaten kendisine hesap sorabilecek iki kuvvetten söz ediyor. Biri, ahirette sorulacak hesap. Diğeri ise seçimde seçmenin soracağı hesap.

Türkiye 15 Temmuz badiresini atlatıp, “Bu FETÖ’yü sen büyütüp tepemize çıkarmadın mı” diye Tayyip Erdoğan’dan hesap sormaya kalktığında, “Ben halkıma hesap veririm, kandırıldık” dedi, sonra da ahiretteki hesabı için de “Rabbim beni affetsin” dileğinde bulundu.

Ülkemizde Anayasa vs hep lafta kaldığı ve bütün kural sandığımız şeyler Tayyip Erdoğan’ın işine gelip gelmemesine bağlı olarak bir gecede değişebildiği için öyle büyük bir çaresizlik içindeyiz ki, elimizden sadece ümit etmek geliyor:

Umalım ki, Tayyip Erdoğan halkın hesap sorma yetkisi anlamında seçimleri hala geçerli bir mekanizma olarak kabul etmeye devam ediyordur, “Ben sadece Rabbime hesap veririm” diye düşünmeye başlamamıştır...

YORUMLAR (28)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
28 Yorum