2,6 milyon kişi = 1 müteahhit
Dünyada kıyamet kopuyor dedi bir dostum. Sizin derdiniz ise siyaset ve muhalefet diye de ekledi.
Acaba dünyada kıyamet koparken ve Millet can derdinde iken, neden Atatürk Havalimanı’na yapılan Sahra Hastanesi pistlerinin dibine, hem de pistleri iptal edecek şekilde yapılır? Pistler kullanılmaz hale gelince havalimanının boş arazisi de Milli Emlak Kurumuna böylece neden devredilir?
Oysa Atatürk Havalimanı’nın kullanılmayan boş binası, yanında bulunan 200 odalı havalimanı oteli de dururken ve bunlar tam da havalandırması dahil Sahra Hastanesine küçük bir harcama ile çevrilecekken böyle yapılır.
Acaba tam da Millet can derdinde iken Atatürk Havalimanı’nın boş arazisi de beton rantına mı açılıyor?
Sağlık çok önemlidir. AK Parti başarısı denildiği zaman bunun ön sıralarında ilk iktidar dönemlerinde yapmış oldukları sağlık reformu gelir.
Neden böyle bir başarı varken, sağlık sistemini ‘Hazine Garantili Müteahhitlere’ vererek Devlete ve Millete büyük bir mali yük haline getirilir?
Şu salgın hastalık sürecinde dahi devletimiz neden ‘Hazine Garantili Müteahhitleri’ para konusunda ilk sıraya alır?
Bakınız daha nisan ayının sonunda bile İstanbul-İzmir Otoyolu başta olmak üzere ‘Hazine Garantili Müteahhitlere’ 3,2 milyar lira ödeme yapıldı.
Oysa aynı Devletimiz ve -Ekonomi Yönetimimiz- ‘Kısa Çalışma Ödeneği’ başlığı altında, hem de Hazine’den değil İşsizlik Fonu’ndan 2 milyon 590 bin kişiye sadece 4 milyar 095 milyon lira ödemede bulundu.
Acaba dünyada kıyamet koparken boş arsayı nasıl imara açarız düşünülebilir mi? Ya da acaba Millet can derdinde iken Hazine’nin kasası Millet yerine ‘Hazine Garantili Müteahhitlere’ mi açılır?
Kısaca önceki yazılarımda sıkça belirttiğim bir tablo: Derdimiz dava mı yoksa para mı? ikileminde kalmayacak şekilde durum ortada.
***
Adalet diyoruz ama anladığımız büyük binalar içinde Adalet Sarayları yaparak içi boş bir adalet meydana getiriyoruz.
Sağlık diyoruz ama içi acayip parasal döngülere bağlı Şehir Hastaneleri yaparak devasa beton yığınları oluşturuyoruz.
Beton yığını ile kalkınma olmadığını aslında çoktan görmemiz gerekiyordu. Oysa hala en sıkıntılı dönemde, Millet can derdinde iken bile aklımız imar değişikliği ve beton rantına akıyor.
Bugün neden fakir kaldık ve fakir kalacağız diye kendimize sormamız gerekiyor.
Hazine Garantili Müteahhitlere esir hale gelmiş bir Devlet Bütçemiz var. Pandemi de bile Vatandaşa “Bankaya git kredi al” diyor ama Hazine’den doğru dürüst bir ödeme çıkartamıyoruz.
Yabancı sermayeye dayalı harcama sistemimiz çoktan çöktü. Artık yabancıdan gelen bir para olmadığı gibi olan yabancı da çekip gidiyor.
“Kaçılan Ülke” olduğumuzu yazmıştım.
İyi de devletin bu hoyrat harcamasını nasıl karşılayacağız? Ya yeni vergiler konulacak, ya da dolaylı vergi sayılan karşılıksız para basarak enflasyonist vergi alacağız. Yani 90’lı yıllara geri dönüş...
Zaten 90’lı yıllara döndüğümüzü de defalarca bir çok örnek ile aktarmıştım. 90’lı yılların siyasi aktörleri olan Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’ın AK Parti programlarında boşuna yer almadıklarını da ifade etmiştim. Tam da kurucu ve ağır kadrolar da partiden bir şekilde giderken...
Bu dönüşümü sadece kişiler üzerinde görmüyoruz; söylemler de değişti. İlk dönemlerde söylenen sözlerin tam tersi icraatlara imza atılıyor bugünlerde.
Devlet Millete karşı işlenen suçları affedemez derken bugün tersine imza atıyoruz. Açlık yoksulluk hesabını çay ve simitle yaparken, artık borsa ile faiz ile Millete ekonomi anlatıyoruz.
Fakirlik kaderimiz oldu diyorum, çünkü kaynağa ihtiyacımız var. Öyle boş harcamalara Bütçeyi bağladık ki, Merkezin karı da yedek akçesi de çare olmuyor. Zaten kendimiz de beton yatırımları nedeniyle kaynak yaratamıyoruz.
Millet bu Hazineyi nasıl dolduracak diye baktığımızda yeni yeni vergiler ortaya çıkıyor. Enerji fiyatları düşmüş ama Avrupa’nın en yüksek enerjisini satıyoruz.
İGDAŞ faturalarını görüyoruz ama elektrik faturalarını görmezden geliyoruz. Özellikle Sanayiciye yüklenen YEKDEM faturası fabrikayı kullansan da kullanmasan da ödeme bekliyor.
İşin özeti hesabı iyi yapıyoruz. Ama verirken değil, alırken.