Ocak derken?
Osmanlı vekâyinâmecilerinden Oruç b. Âdil’e göre Osmanlılar ve Karamanlılar arasında çok yakın bir köken ilişkisi vardı.
Karamanlı ve Osmanlı beyliklerinin kuruluşlarına karşılaştırmalı olarak bakmak herhâlde yersiz olmaz. Bilâkis, her iki beyliğin de benzer siyasî, sosyal ve dinî ortamlarda ortaya çıktığı düşünülürse böyle bir karşılaştırma çok faydalı olurdu. Selçuklu merkezînin Moğol tahakkümünden dolayı giderek kontrolü yitirdiği, fakat Moğolların da çeşitli faktörlerden dolayı Anadolu’da tam bir otorite ve düzen kuramadıkları bir zamandı…
Bu faktörler arasında, Selçuklu Sultanlarının Moğol baskısına karşı çıkışlarını, Selçuklu şehzadelerinin, Moğolların desteğini arayarak birbirleriyle mücadelelerini, Memluklerin Anadolu işlerine ilgilerini ve yer yer müdahalelerini ve İran’daki İlhanlı idaresine karşı Anadolu’da patlak veren isyanları sayabiliriz. Bunların arasında Moğol genel valilerinin 13. Yüzyılın sonlarında kendi merkezlerine karşı olan isyanlarının kuşkusuz ağırlıklı bir yeri vardı.
Selçuklu ve İlhanlı etkilerinin olmadığı veya zayıf olduğu yerler olan Bithynia ve Kilikya uçlarında ortaya çıkan Osmanlılar ve Karamanlılar, Selçuklu sonra da İlhanlı merkezlerinin çöktüğü Selçuklu / Moğol sonrası dönemde ise birbirlerine rakip olarak yüzyılı aşkın bir süre Anadolu’da egemenlik için çekişmişlerdi. Her iki beyliği de Selçuklu / Moğol merkezlerinin etkisinden uzak olmak isteyen merkezkaç güçlerin kurduğunu, bu güçlerin de Anadolu’nun yerleşik kentli ve köylülerine değil, yaylak- kışlak göçebeliği uygulayan ve daha hareketli bir hayat tarzına sahip olan yarı göçebelere dayandığını söyleyebiliyoruz.
Dinî açıdan ise, daha ziyade bugün bizlerin kafasında olan “Ortodoks- heterodoks” gibisinden keskin bir ayrımı yansıtacak şekilde, “Her iki beyliği de heterodoks dervişler kurmuştur” türü büyük ve köşeli bir genellemeden kaçınsak bile Karamanlı ve Osmanlı beyliklerinin ikisinin de bir Babaî / Vefaî bağlantısı olduğunu söyleyebiliriz. En azından kroniklerden edindiğimiz resim budur. Oruç Bey, “Nûreddin Sufî Kadı” dediği Karaman’ın babasının, İçil’de Baba İlyas’ın halifesi olduğunu söylüyor. Osman Bey’in kayınpederi ve bir Vefaî şeyhi olan Edebâli’nin de Karamanlı olduğu söylenir. Evet, “Ortodoks ulema” ve “heterodoks dervişler” arasında belki de sert bir ayrım yoktu veya o çağ için böyle bir ayrım yapmak fazla anlamlı olmayabilir; burada vurgulamak istediğim Karamanlı ve Osmanlı beyliklerinin kurucu ailelerinin bu tarikat ile olan ilgisi.
Maalesef, bu genel gözlemleri yaptıktan sonra, Karamanlı- Osmanlı karşılaştırması için ciddî bir engel bulunduğunu da belirtmek durumundayım. Bu da kaynaksızlıktır. En erken Osmanlı kroniklerinin o kadar da erken olmadıklarına değinip durmuşumdur. Karamanoğulları için durum çok daha kötüdür çünkü orada sözünü edebileceğimiz bir kronik geleneği yoktur veya bir zamanlar Karamanoğulları çevresinde böyle kronikler yazıldıysa bile bunlar günümüze ulaşmamıştır.
Elimizde sadece Yârcânî adlı bir şairin Karamanoğlu Alaeddin Bey için 14. Yüzyılda şehnâme geleneğinde ve manzum olarak Farsça yazdığı “Karaman-nâme” adlı eserin Şikârî tarafından, o da artık Osmanlı döneminde, 16. Yüzyılda, yapılan çeviri-uyarlaması var. Merhum Mesut Koman tarafından Konya’da bulunarak yayımlanan bu eser, belki, Osmanlı değil Karamanlı bakış açısıyla yazılmış olmasından dolayı yegâne ve değerlidir ama “destanî” (ve kurgusal) niteliklerinden ötürü merhum Faruk Sümer’in uyardığı gibi dikkatle kullanılmalıdır. Bu arada, sadece Karamanoğulları’ndan değil, Anadolu beyliklerinin hiçbirinden herhangi bir tarih metni kalmadığını ve beyliklerden tıp, fıkıh gibi başka alanlarda pek çok eser kaldığı düşünülünce bunun biraz garip olduğunu not etmiş olayım.
Karamanoğulları tarihi için tabii ki epigrafik kaynaklar ve vakfiyeler gibi başka türde yerli kaynaklar vardır ve bunlar araştırmacılar tarafından dikkate alınmaktadır ama kronikler açısından durum bu merkezdedir. Dolayısıyla Osmanlı kronikleri ve tarihlerinin Karamanoğulları için de ister istemez birincil kaynaklar hâline geldiğini görüyoruz. Bu sadece, Karamanoğulları’nın tarihleri Osmanlılarla kesiştiği, karşı tarafta oldukları için değildir. Bazı Osmanlı kroniklerinin Karamanlı tarihine olan ilgilerinin daha derinde olduğunu söyleyebiliriz.
Bunlardan biri olan Oruç Bey, Osmanlılara, Karamanlılar ile aynı tarikat aidiyetini atfediyor gibi. Söylediklerinden yola çıkarak yapacağımız biraz daha düşük ihtimalli bir yorum ise onun Osmanlıları, Karaman’dan gelmiş olarak gösterdiği yolunda olur. Söz biraz uzayacak ama Oruç’a daha yakından bakalım. Ona göre, “Şimden girü açabildügün yire dek senün olsun” diyerek batı ucunu Ertuğrul’a ısmarlayan Sultan Alaeddin ölüp, oğlu Gıyâseddin’in tahta çıktığı sırada, Hicretin 658’inde (1259-60) Osman Gazi doğmuş. Gıyâseddin tahta çıkıp yönetmeye başlayınca “çok zulümler” etmiş. Oruç, “Halka zulmı ziyâde oldı. Halkı incitmege kasd ider oldı. Kimde eyü at, eyü metâ‘, gönli diledügini zulmıla alurdı” diyor.
İşte bu Sultan Gıyâseddin, babasının zamanında, Acem’den gelen “Baba İlyâs” adlı aziz bir şeyhe karşı harekete geçmiş. Oruç, Baba İlyas’ın müritleri çok olduğu için sultanın ondan korktuğunu ve asker göndererek “Baba İlyâslıları” kılıçtan geçirttiğini söylüyor ve kaynak olarak da Âşık Paşa oğlu Elvan Çelebi’nin Menâkıb’ını gösteriyor. Buraya kadar anlattıkları büyük bir özet niteliğinde olsa da meşhur Babaîler ayaklanmasıyla ilgili olarak bildiklerimizle uyumludur. Ne var ki daha sonra anlattıkları tam adı Menâkıbu’l- Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye adlı bu eserde bulunmuyor.
Bu kurguya göre, kötü sultan Gıyâseddin bir gece kendi köleleri tarafından öldürülür. Sonunda zürriyeti kesildiği için memleket boş kalır.
“Babayîlerden Âşık Paşa babası Muhlis Paşa bir sebebile vilâyete padişah oldı. Babayîleri kıranlardan kudret destûrıyla intikam alup, Babayîleri kıranları hep kılıçdan geçürdi, kim varısa kırdı. Kırk gün, ba‘zılar dirler altı ay beglik itdi.”
Sonra da, Muhlis Paşa, “kendilerinin halifelerinden” Nûreddin Sûfî Kadı’nın beş yaşındaki oğlu Karaman’ı Hicretin 679’unda (1280-81) “kendü eliyle tahta geçürüb” padişah ediyor ve “Bunun nesli bu vilâyeti duta, padişâh ola” diyerek nefes ediyor.
Biraz, Edebâli’nin, Ertuğrul’un / Osman’ın rüyasını yorumlayarak Osman ve nesline padişahlık verildiğini müjdelemesi gibi ama burada şeyh, kendisinin fiilî olarak ele geçirdiği saltanatı Karaman’a devretmek yoluyla onun saltanatını kutsuyor ve meşrulaştırıyor. Bu arada, Edebâli’nin de Menâkıbu’l- Kudsiyye’ye göre yolun hizmetkârlarından ve şeyhlerinden olduğunu belirtelim. Aslında, verdiği tarihler dikkate alınırsa, Oruç’un sözünü ettiği Gıyâseddin’in, II. Gıyâseddin Keyhüsrev’dense (1237-1246), köleleri tarafından öldürüldüğü “bilgisi” hariç, III. Gıyâseddin Keyhüsrev’e (1266- 1282) daha çok uyduğu ileri sürülebilir ama çok net bir şekilde I. Alaeddin Keykubat’ın oğlu olan Gıyâseddin’in dönemini anlatıyor.
Tabii, Karaman’ın ölüm tarihi 1263 olduğuna göre, bey oluşuyla ilgili verdiği tarih de alakasız ve çok geçtir. Bunlardan daha önemlisi ise, Âşık Paşa’nın babası ve Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa’nın Selçuklu tahtına geçmesi, Babaîlerin intikamını alması ve tahtını Karaman’a bırakması hakkında söylediklerinin tarihî gerçeklikler ile ilintisiz oluşudur. Yukarıda belirttiğim gibi bu bilgiler, Menâkıbu’l- Kudsiyye’de bulunmuyor. Sayın Mertol Tulum’un işaret ettiği gibi Oruç’un, bu kaynağı yanlış anlamış olması tabii ki bir ihtimaldir ve en azından Muhlis Paşa’nın altı ay beylik etmesi kısmını bu yanlış anlamaya yorabiliriz. Fakat Oruç, bundan daha fazlasını söylediği için ve ayrıca kullandığı ifadeleri de dikkate alırsak onun başka kaynakları da kullandığını söyleyebiliriz.
Oruç’un, Osmanlılar ve Karaman bağlantısı hakkındaki fevkalade dikkat çekici sözlerine gelince, nasıl yorumlanacağı hususunda tereddütsüz olamadığım bu sözler şöyledir:
“Osmân Gâzî zamânıydı. Er-Toñrul dahı ol vakt hayâtda idi. Gıyâseddîn vefât idüp, memleket tefrika oldukda, Er-Toñrul ve Osmân Gâzî Karaman’a kasd itseler alurlardı. Ve illâ dirlerdi kim, biz bu ocakdan uyanduk, ol ocaga kasd itmek olmaz. Ve hem bize Hak tarafından ilhâm olupdur kim, gazâdan dönmek olmaz; nasîb bize gazâ mâlından sunuldu…”
Osman Bey’in II. Gıyâseddin Keyhüsrev dönemine yetişmediği ve Gıyâseddin’in zamanında henüz Karaman adıyla bir ülkenin olmadığı gibi kronoloji açısından tutarsız noktaları bir yana bırakırsak, söylenebilecek en kolay şey, Oruç’un, diğer bazı Osmanlı tarihçilerinin aksine, Karaman’a sefer yapmanın gaza olarak görülemeyeceği düşüncesinde oluşudur. Bunda, herhâlde kendi döneminde Karaman ile aktif çatışmaların sona ermiş ve Karaman’ın artık Osmanlı topraklarının bir parçası hâline gelmiş olması bir sebeptir. Karaman’ı gerçekten alıp- almama konumunda mıydılar, o da başka mesele ama Ertuğrul ve oğluna Oruç’un atfettiği sözler çok ilginçtir. Nasıl yorumlamalıyız acaba? “Ocaktan uyanmak” gibi dinî çağrışımları baskın bir terminolojinin kullanılması, Karaman’daki bir ocaktan uyanmak, ateşi oradan almak, oradan neşet etmek anlamlarına gelebileceği gibi Karaman’da da mevcut olan bir ocağı, bu durumda Vefaî tarikatını veya Babaî hareketini kast ediyor olabilir. Bu durumda, “ocağın” coğrafî olarak sadece Karaman ülkesinde olması ve Osmanlıların da oradan gelmeleri veya ateşi oradan almaları gerekmez.
Osmanlı Türkçesinde “ocak” kelimesinin, “Seferli Ocağı”, “Mağrip Ocakları” ve “ocaklık tımar” gibi kullanımlarından görülebileceği gibi dinî çağrışım yapmayan anlamları da var. Ocak, bir evi, aileyi, hanedanı, soyu, kurumu da ifade edebilir. Öte yandan, “ocak” veya “ocaklı” kelimeleri tek başlarına kullanıldığında anlaşılan ilk şey, Yeniçeri Ocağı’ydı. Burada ise, Bektaşi bağlantısından dolayı hem teşkilat - kurum hem de tarikat anlamlarının iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Sonradan adına bir tarikat kurulacak olan Hacı Bektaş-ı Veli’nin de Babaî bağlantısı olduğunu hatırlayalım. Tüm bunları değerlendirdiğimizde, Oruç’un, Osmanlıların fizikî olarak Karaman’dan geldiklerini söylemektense iki beyliğin arasındaki tarikat bağlantısını kastettiğini düşünebiliriz.
Oruç gibi Osmanlılarla doğrudan bir bağlantı kurmasa bile tarihçi Mehmed Neşrî de, orijinali çok daha kapsamlı bir kâinat tarihi olan Kitâb-ı Cihan-Nümâ’sının bugüne kadar ulaşan kısmında Karaman Beyliği’nin ortaya çıkış meselesi ve tarihiyle ilgilenmiştir. Geçen yazımda, Neşrî’nin sonradan Karamanlı olarak tanınacak grubun Ermenek yöresine yerli gayrimüslimler ile nasıl müdârâ yaparak yerleştikleri ve Karaman’ın o grup tarafından kendi aralarında nasıl bey seçildiğini konularında verdiği bilgileri aktarmıştım.
Hikâyenin devamı da şöyledir: Ermenekli gayrimüslimler, panayır yapmak için kale dışına çıkarlar. “Karamanîler” de bir araya gelir ve “ Niceye dek bu kâfirlere ita‘at idüb haraç virevüz? Fırsatdur, hiyle idüb bolay ki işbu kal‘ayı alayduk, ola mı?” derler. Daha sonra da panayır edenleri öldürüp onların elbiselerini giyerler ve gece vakti kale kapısına giderler. Neşrî, “İttifak yağmurlıca gündü. Örtünüb bürünmüşlerdi” diyor. Kalede olanlar karanlıkta gelenleri kendilerinden sanır ve kapıyı açarlar. Kale böyle bir savaş hilesiyle fethedilir ve Karamanlılar için bir sığınak olur. Neşrî’nin, bu hadisenin Sultan Alaeddin Keykubat zamanında olduğunu söylemesinin ortaya çıkardığı tarih tutarsızlıklarını da geçelim, Sultan Alaeddin, Karaman’ın yaptığını işitmiş ama göz yummuş.
Geçen yazımda, Neşrî’nin, Karamanlıların ve Osmanlıların kuruluşunu anlatmasında benzer noktalar olup olmadığı sorusunu da ortaya atmıştım. Bir alıntıyla bitireyim, hiç olmazsa cevap yolunda ufak bir başlangıç olsun. Osman’ın gaza kariyerine başlamadığı bir zamandır, hatta bazen babasına da atfedilen meşhur rüyayı henüz görmemiştir. Zaten babası hâlâ sağdır ve Söğüt’te ortadan çekilmeyi tercih etmiştir…
“Ve Ertuğrul’un üç oğlı varidi: Biri Osman ve biri Gündüz ve biri Saru-yatı. Ve evlâd-ı Ertuğrul’dan Osman bahâdır oldı. Ol sebebden Osman’a halkı ‘izzet idüb avda kuşda etrakün yiğidi yigili (yeñili) anun yanına cem‘ olurlardı.”
Neşrî’nin salt dil kullanımına bakarak, Osman’ın, Karaman nasıl bey olduysa aynı şekilde bey olduğunu söyleyebiliriz. Orada da yiğit- yeñil, avda kuşta Karaman’ın emirlerine uyuyordu. Bu, Osman’ın grup içinde kendi bahadırlığı sayesinde bey oluşudur.