Memâlik-i Mahruseden Müstemlekeye
Bugün “sömürge” olarak kullandığımız kelimenin Osmanlıcada iki ayrı karşılığı bulunmaktaydı. “Müsta’mere” denince bir ana ülkeden göçmenler veya yerleşimciler gönderilerek şenlendirilen, bayındır hale getirilen bir yer anlaşılırdı ki kelim enin kökeni umrânın da medeniyet anlamı vardır. Daha yaygın olan “müstemleke” ise tabii ki “mülk” kökünden geliyor, satın alınmış, edinilmiş bir mülk demek ama “istimlâk” edilmiş, yani kamu için el konulmuş anlamı da var. Değerini vererek istimlâk etseniz veya kamulaştırsanız bile hiç değilse başlangıçta sizin olmayan bir mülkü sonradan edindiğiniz gibi bir anlam veriyor.
Söz konusu “mülk” bir ülkeyse, “müstemleke”nin de aslında kendi ülkeniz olmadığı, orasını sonradan edindiğinizi hiçbir tarihî bilgiye bakmaksızın sadece anlama bakarak ileri sürebiliriz. Batı dillerindeki “colonie”, “colony” gibi kavramların Osmanlıcada bu iki ayrı kelime ile karşılanmasının da muhakkak nedenleri vardır. Fazla dağılmaksızın, müsta’merenin daha olumlu, müstemlekenin ise bugünkü sömürge kadar aşikâr olmasa da olumsuz çağrışımları olduğunu söyleyebiliriz.
Memleketin çoğulu olan “memâlik” ise tabii ki ülkeler, topraklar demek. Anlam olarak kendiliğinden olumlu veya olumsuz bir hâl bildirmiyor, nitelemeyi sizin yapmanız gerek. “Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâne” veya kısa hâliyle Memâlik-i Mahrûse, Osmanlı’ya ad olmuştur ve “korunmuş imparatorluk toprakları” gibi bir anlam verir. Genel ve kapsayıcı bir isim olan Memâlik-i Mahrûse’de bazı toprakların daha az, bazılarının daha çok korunduğu türünden veya başka cinsten bir ayrımı göremeyiz. Peki, nasıl oldu da son dönemlerde bazı Osmanlılar, kendi ülkelerine baktıklarında memâlikin bazı kısımlarının “müstemleke” olduğunu düşünmeye başladılar?
***
Meselâ, 1910’da, İbnülhatib Cemaleddin, Yemen’e İsticlâb-ı Nazar-ı Dikkat başlıklı bir kitap bastırarak Osmanlı parlamentosuna, bakanlarına ve devlet adamlarına hitap etmişti. “Yemen kıta-i vasiyyesi; ister vilayet-i mümtaze olsun, ister müstemleke hâline ifrağ olunsun, ikisi [de]; bizim için canhıraşdır” demekteydi. “İfrağ” (şekillendirme, kalıba dökme) kelimesinin kullanılmış olmasından dolayı düşük ihtimal ama başkası bu ifadeleri benim anladığım gibi “Osmanlı’nın müstemlekesi olarak Yemen” şeklinde değil de, Yemen’in başkaları tarafından müstemleke yapılması olarak anlayabilir. Daha önemlisi, Yemen’in özerk bir eyalet veya müstemleke hâline getirilmesinin eş derecede üzücü olduğunu savunan bu görüşün, Osmanlı’daki yaygın telakkilerle çeliştiğini ileri sürecek değilim. Yemen için “müstemleke” nitelemesi yapılmış olsa bile İbnülhatib bunu iyi bir şey olarak görmüyor ki!
Daha net, tartışmasız ve üstelik müstemleke sahibi olmaya çok daha olumlu anlamlar yükleyen başka bir Osmanlı görmek içinse çok uzaklara gitmeye gerek yok. Kasım 1913- Şubat 1914 tarihleri arasında nafia nezaretinde bulunan Cemal Paşa, hatıratında İtalya büyükelçisi Marki Garroni ile giriştiği bir kavgayı anlatır. İtalyanlar, Trablusgarp savaşı sırasında işgal ettikleri Oniki Adalar’ı boşaltmak için bir imtiyaz koparmak peşindedirler. Antalya’dan kuzeye doğru inşa edilecek bir demiryolu imtiyazı, İtalyan kamuoyunun gözünde Oniki Adalar’ın boşaltılmasından doğacak prestij kaybını telafi edebilecektir.
Cemal Paşa’nın Garroni’ye olan sözlerini tartışmamız açısından fevkalade ilginç buluyorum:
“Rica ederim, kendi hükûmetinizin mevkiini düşünürken bizim hükûmetin mevkiini unutmayınız. Üç dört seneden beri namütenahi tecavüzata duçar olarak Avrupa’daki arazisinin yüzde doksan dokuzunu ve Afrika’daki müstemlekatının kâffesini elinden kaçırmış olan bu zavallı Türkiye’nin ahden istirdadına selahiyetdar olduğu birkaç ada parçasını geri alırken bazı tavizat itasına mecbur edildiğini gören Osmanlı efkâr-ı umumiyesi acaba bizim hükûmetimiz hakkında ne fikir besler?”
***
Kamuoyu Osmanlı ama ülkenin adı Türkiye ve tabii ki çok daha önemlisi bu Türkiye’nin Avrupa’da arazileri, Afrika’da ise, herhalde Afrika’da o sıralarda olageldiği üzere müstemlekeleri varmış! Aynı pasajın, Cemal Paşa’nın hatıratının İngilizcesinde nasıl boy gösterdiğini de kısaca belirteyim; Türkiye için “…losing 99 per cent of her European territory and the whole of her African colonies...” diyor ki tercümesi aynen yukarıdadır. Öyle anlaşılıyor ki kolonisi olmayanın adeta büyük devletten sayılmadığı bir dönemde Cemal Paşa, Osmanlı’nın da aynen diğer Avrupa devletleri gibi Avrupa’da arazisi ve Avrupa dışında bir yerlerde kolonileri olduğunu vurgulamak ihtiyacını hissetmiş.
Hukuken Osmanlı devletinin çeşitli memâliki arasında tabii ki böylesi bir ayrım yoktu, bu imparatorlukta bazı bölgeler “ana ülke veya vatan”, bazı yerler tarafsızca “arazi”, bazı yerler de “müstemleke” olarak örgütlenmemişti. Nerelerde doğduklarına bakılmaksızın Osmanlı devleti vatandaşlarının hepsi aynı haklardan yararlanırlardı. İmparatorluğun en ücra köşeleri de parlamentoda temsil edilirdi. Memurların ve mebusların Türkçe bilmeleri şartı aranırdı ama devlet hizmetinde bulunmak için belirli bir etnik gruptan gelmek gerekmediği gibi, her etnik kökenden memur, imparatorluğun her bölgesinde görev yapabilirdi. Kısaca, kolonyal Batı imparatorluklarındakine benzer bir durum söz konusu değildi. Britanya İmparatorluğu’nda Hintlilerin parlamentoda temsil edilmediğini veya Hintli bir memurun, İngiltere’de görevlendirilmediğini dikkate almak bu hususu göstermeye kâfidir. Doğru. Peki, ama Cemal Paşa gibi önemli bir yöneticinin düşüncelerinin ve Osmanlı İmparatorluğu’nu algılama biçiminin hiç mi önemi yoktur?
***
Bu soruya bir nebze olsun cevap verebilmek için Cemal Paşa’nın kafasında, müstemlekelerin yanısıra bir de “ana ülke” algısının mevcut olup olmadığını sorgulamamız gerekir düşüncesindeyim. Burada da şanslıyız çünkü hatıratında bu da var. Bahriye nazırlığı uhdesinde kalarak Suriye’de bulunan 4. Ordu’nun komutanlığına atanan paşa, karayolu ile görev yerine giderken, ordusunun Anadolu ile tek bağlantısı olan İskenderun- Halep şosesinin bozuk durumunu görür ve derin düşüncelere dalar: “İşte, dedim, benim ordumu mader vatana [Bağlayan anlamında bir kelime düşük, H.E] eden yegâne hatt-ı muvasala. Buna nazaran senin yapacak çok işlerin var”.
Anadolu anavatansa, Suriye ne oluyordu acaba? Veya şöyle soralım, Cemal Paşa ve herhalde dönemin diğer başka seçkinlerinin zihnî haritalarında, kâğıt üzerinde tek bir ülke olan Osmanlı’nın bazı bölgelerinin “anavatan”, bazı bölgelerinin de başka bir şey, diyelim ki müstemleke olarak ayrışmaya başlamasının, bu ülkenin bir imparatorluk olarak devam edip etmemesinde hiç mi bir payı bulunmamaktaydı? Soruları çoğaltmak tabii ki mümkündür. Mesela, 1918 Eylül’ünde Filistin Cephesi’nin birkaç saat içinde yarılmasını Osmanlı komutanlarının bu toprakları “anavatan” olarak saymamasına hamledebilir miyiz? Belki. Kesine yakın bir nokta ise 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli ile imparatorluğun Arap topraklarının kaderinin Anadolu’dan ayrıştığının kabul edilmesidir. İşte burada, Cemal Paşa ve neslinin zihinlerinde bir karşılığı olan “ana ülke / vatan” ve o ülke adına yapılan “saltanat” (emperyalizm) siyaseti veya bu siyasetten vazgeçilmesi gibi hususların bir belirleyiciliği olduğu kanaatindeyim.
***
Son olarak vurgulamak istediğim bir nokta kaldı. Bugün “sömürge” kelimesine yüklenen olumsuz yargılar acaba Cemal Paşa’nın döneminde de geçerli miydi? Hani olur a, paşa “müstemleke” der de başka bir şey kasteder. Osmanlı devletinin niçin Almanya ile ittifak ettiğini uzun uzadıya siyasî analizler yaparak açıklamaya çalışan Cemal Paşa, “Almanya, her kim ne derse desin Türkiye’nin kuvvetli olmasını en ziyade arzu eden bir devletdir. Almanya’nın menfaati münhasıran Türkiye’nin kuvvetli bulunmasıyla temin olunabilir. Almanya Türkiye’yi bir müstemleke gibi eline geçiremez. Buna ne vaziyet-i coğrafiye ve ne de Almanya’nın vesaiti müsaittir” demekteydi. Demek ki, Türkiye’nin müstemleke olma ihtimali pek hoş bir şey değil, istenmiyor fakat aynı Türkiye’nin kendisinin müstemleke sahibi olmasında bir sakınca yoktur!