Hain Ahmet Paşa’nın gemileri ve vatan sevgisi
Sultan Abdülmecid’in Kaptan-ı Deryası can korkusundan ötürü donanmayla birlikte Mısır’a sığınmıştı.
Kanun yapılırken, özellikle genel kanunlar yapılırken tabii ki tek tek kişilerden ve onların koşullarından, durumlarından söz edilmesi beklenilemez. Nitekim anayasa niteliğinde bir kanun olan Tanzimat Fermanı’nda da hiçbir kişinin adı geçmemektedir. Öte yandan, eğer bir yerlerden hazır elbise gibi alınıp kullanılmamışlarsa ki her hazır elbisenin vücuda uymayacağını da ileri sürecek değilim, kanunlar; içinde şekillendikleri dönemdeki toplumun hayatından, olaylarından ve kişilerinden izler taşır. Başka bir deyişle kanunlar zaman, mekân ve insan ilintisiz steril bir ortamda vücut bulmazlar, muhakkak ki bir tarihî bağlamları vardır. Tanzimat Fermanı’nın yerli niteliği başta Butros Abu Manneh olmak üzere pek çok araştırmacı tarafından saptandığına göre fermanın arkasındaki tarihî bağlamın peşine düşebilir, ferman metnindeki hayalet şahısların birini olsun yakalayabilir miyiz acaba?
***
Fermanın içeride bir sürekli meşruiyet krizi ortamında ve içeride / dışarıda merkezî Osmanlı devletini çok zorlamakta olan meşhur Mısır Meselesi’nin ikinci aşaması sırasında, köprüden önce bir son çıkış çaresi olarak düşünüldüğünü söyleyebiliriz. II. Mahmud, 1826’da uzun hazırlıklardan sonra Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdı. Hemen peşine Bektaşileri cezalandırdı, Evkaf Nezareti’ni kurarak ulemanın vakıflar üzerindeki denetimini çok zayıflattı, Asakir-i Mansure-i Muhammediye adı verilen yeni bir ordu kurdu ve bu orduya dayanarak merkezileşme çabalarına hız verdi. Dirlik sistemini lağvederek bazı sipahileri bu orduya aldı. Tıpkı, Rumeli’ndeki Evlad-ı Fatihan milis örgütünü dağıtarak fatihan askerini düzenli asker yaptığı gibi… Vilayetlerdeki ayanların siyasi gücünün kırılması ise ocağın kaldırılmasından bile daha önceydi. II. Mahmud’un 1837’de Akif Paşa’yı siyaseten katlettirmesi olayının da açıkça gösterdiği üzere padişahın kendi bürokrasisi tarafından denetlenmesi gibi bir olgu ise asla söz konusu değildi. Kısaca, 1839’da gelinceye kadar, “Ocağı kaldırmasına kaldıralım da arslanımı kim zaptedecek?” diyen II. Mahmud döneminin ünlü “danışmanı” Halet Efendi’nin kehâneti her bakımdan gerçekleşmiş görünüyordu.
***
Osmanlı tarihinde ilk kez olmak üzere bir padişah fiilî olarak mutlak bir duruma gelmişti ama bu denetlenemezliğin ağır bedelleri olduğu da açıktı. Hiçbir şey değilse Mısır ordusunun 1833’te Kayseri gibi Anadolu kentlerinde kurtarıcı olarak karşılanması ve ta Kütahya’ya kadar elini kolunu sallayarak ilerlemesi gibi olaylardan yola çıkarak söyleyebiliriz ki Osmanlı toplumunda derin bir meşruiyet krizi vardı. Mahmud’un dinî-mistik anlamlar taşıyan “padişah-ı müceddid”likten “Gâvur Padişah”a uzanan öyküsüdür bu.
Şu kadarı var ki II.Mahmud’un bu mutlakiyetten, bir anlamda kendi “diktatörlüğünden” bıktığını gösteren birtakım işaretler de yok değildir. Reşid Paşa ve arkadaşlarının henüz Mahmud hayattayken Gülhane’de okunan Tanzimat Ferman’ı üzerinde çalışmaya başladıkları sıkça zikredilir. Daha da önemlisi, Tanzimat döneminin yasa yapıcı heyeti / meclisi olacak olan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, Tanzimat Ferman’ından tam bir buçuk yıl önce, 24 Mart 1838’de II. Mahmud’un kendisi tarafından kurulmuştur (ayrıntılar için Mehmet Seyitdanlıoğlu’nun Meclis-i Vâlâ çalışmasına müracaat) . Bunda, sağlığı gittikçe bozulan padişahın çocuk yaştaki oğlu Abdülmecid’e kendisinin taşıdığı türden bir mutlakiyet yükünü yüklememek ve krizin önünü kestirmek türü kaygıları da rol oynamış olabilir.
Her hâlükârda Sultan Abdülmecid’in saltanatı dramatik kriz tezahürleriyle başladı. Meclis-i Vâlâ’nın reisi Koca Hüsrev Mehmed Paşa, 1 Temmuz 1839’da, Sultan Mahmud’un cenaze töreni sırasında, “Başvekil” Mehmet Emin Rauf Paşa’dan mühr-i hümayunu almak suretiyle Alemdar Mustafa Paşa-vari bir darbe yaparak sadrazamlığı eline geçirdi. 16 yaşındaki Abdülmecid’e ise ancak bu olupbittiyi ertesi günü onaylamak kaldı. Hüsrev Paşa’nın “Ver herif, mührü ver” dediği ve Rauf Paşa’nın da hiç itirazsız bu isteği yerine getirdiği söylenir. Hüsrev’in başlıca siyasi rakiplerinden olan Kaptan-ı Derya Ahmet Paşa ise canının tehlikede olduğunu düşünerek bütün Osmanlı donanmasını aldı ve 3 Temmuz’da Mısır’a kaçtı. Uzatmayalım ama Vakanüvis Lütfi Efendi’nin anlattığı gayet eğlenceli hikâyedir; Mehmed Ali Paşa’ya Osmanlı donanmasının geldiğini söylediklerinde kara ordusunu Anadolu sınırına gönderdiği için savunmasız kaldığını ve basıldıklarını düşünerek beti benzi atar ama gelen donanmanın kendisine sığınmak için geldiğini öğrenince rahatlar.
***
İşte elimde değil, Tanzimat Fermanı’nın metnine her baktıkça, sonradan “Hain” lakabıyla anılacak olan bu Kaptan-ı Derya Ahmet Paşa’nın satırlar arasında dolaşan hayaletini görüyorum. Ne diyordu ferman? “[D]ünyada candan ve ırz ü nâmustan eazz [daha aziz] bir şey olmadığından bir âdem anları tehlikede gördükçe hilkat-ı zâtiyye ve cibilliyet-i fıtriyyesinde hiyânete meyil olmasa bile muhafaza-i can ve nâmusu için elbette bazı suretlere teşebbüs edeceğini” söylüyor ve bunun da “devlet ve memlekete” nasıl zararı dokunduğunu anlatıyordu. Ne yaparmış canını ve nâmusunu tehlikede gören adam, ferman onları pek üstü kapalı söylüyor ama ne diyecekti başka? “Bizim Ahmet can korkusundan dolayı donanmayı Mısır’a kaçırdı. Ona ve onun durumunda olan devlet adamlarına bazı garantiler vermek lâzımdır” türü bir dili kanundan beklememeliyiz ama fermanın söylediği buydu. Osmanlı toplumsal düzeninde tebaa söz konusu olduğunda sıkça yinelenen temel insan hakları konusundaki teminat artık devlet adamlarına da teşmil ediliyordu.
Konunun bir şekilde getirilip milliyetçiliğe bağlanması ise fevkalade ilginçtir. Evet, tabii ki “vatan”, “millet” gibi milliyetçilikle özdeşleşen kelimeleri modern anlamlarıyla edebiyatta ilk kez kullananlardan biri Namık Kemal’dir ama bu kelimelerin edebiyattan çok önce resmî devlet dilinde boy göstermesi de bir başka gerçektir. Can ve nâmusundan emin olmayanların bir şeylere kalkışacağının kesin olduğunu söyleyen ferman, tam aksi bir durumda, canından ve nâmusundan emin olan kişinin işi ve gücünün “devlet ve milletine” güzelce hizmet etmekten ibaret olcağını söylemekteydi. Mal emniyeti olmadığında da “herkes ne devlet ve ne milletine” ısınabilirdi. Ülke gelişemezdi, mülk imar edilemezdi. Aksi takdirde, yani mal ve emlak emniyeti olunca da kişi kendi işi ile uğraşır ve geçimini iyileştirmeye bakardı. “[K]endüsinde günbegün devlet ve millet gayreti ve vatan muhabbeti artıp ana göre hüsn-i harekete çalışacağı şüpheden âzâdedir” diyor fermanda.
***
Buradaki “millet”in dar anlamıyla etnik-dinî topluluk, “vatan”ın ise Ahmet Cevdet Paşa’nın müstehziyane dediği gibi “köy meydanındaki çeşme” olarak anlaşılabileceğini hiç sanmıyorum. “Kanıt” diye sorarsanız hiç uzağa gitmeye gerek yok, yine aynı ferman içinde askerlik konusu tartışıldığında “[M]uhafaza-i vatan için asker vermek âhâlinin farize-i zimmeti ise de” deniliyor. Metin tabii ki kimselerin köyü veya doğduğu yer ile değil, imparatorluk çapında zorunlu askerlik uygulamasıyla uğraşıyordu. Tanzimat Ferman’ının bir “anayasa” olmasının yanısıra milliyetçilikten haberdar ve Osmanlı resmî milliyetçiliğini kurmak isteyen kişiler tarafından kaleme alındığı aşikârdır. Bir okurumun dediği gibi “Tanzimat Fermanı tekrar, tekrar işlense yeridir.”