Ankara’da bir Osmanlı Meclisi

Bunu bilip söyleriz de tüm bu süreç boyunca hiçbir zaman iki meclisli bir durum olmadığını pek konuşmayız. Tabii ki Anadolu’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından önce Balıkesir’de, Alaşehir’de, Erzurum’da, Sivas’ta, bazılarında birden fazla olmak üzere, çeşitli kongreler olmuştu ama bunların hiçbiri halk egemenliğinin tecelli ettiği bir millî meclis niteliğinde değildi. Hatta Erzurum Kongresi’nin bir millî meclis olduğu yolundaki suçlamaları bertaraf etmek için o kongrede “Meclis-i Milli’nin hemen” toplanması kararı alınmıştı.

16-04/24/meclis.jpg

Öyle de oldu. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ından başka bir şey olmayan Meclis-i Millî 12 Ocak 1920’de İstanbul’da açıldı. Herhalde Osmanlı döneminde böyle bir meclis olamayacağı veya olmaması gerektiği düşüncesinden hareketle, açıkça Meclis-i Millî diye nitelendiği durumlarda bile sadece “Meclis-i Mebusan” denerek millîliği geçiştirilen bu meclis, tabii ki dönemin baskın siyasî gücü Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarafından kontrol ediliyordu. Nedense bu son Osmanlı meclisi’nin yerel kongrelerle başlayan millî harekette bir zirve noktası olduğu da gözardı edilir. Kuva-yı Milliye’ci bir meclisin, Anadolu’da değil de İstanbul’da toplanmış olması, Millî Mücadele anlatımlarındaki Anadolu- İstanbul karşıtlığı temasına çok iyi oturmuyor olsa gerek. Oysa, bugün yere göğe konduramadığımız Misak-ı Millî belgesini 28 Ocak 1920’de kabul eden de bu son Osmanlı millî meclisinden başkası değildi.

Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının, Milli Mücadele’nin meclisi olarak daha fazla faaliyet göstermesi ise 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilâf Devletleri tarafından işgali üzerine imkânsız bir hâle geldi. Başta Rauf Bey olmak üzere kuva-yı milliye’ci liderler, Malta’ya götürülmek üzere İngilizlerce tutuklandı. Meclis, 18 Mart günü çalışmalarına ara verdi ve meclis reisi Celaleddin Arif Bey, Anadolu’ya geçmek üzere aynı gün İstanbul’u terketti.

Tarihçiler, kırılmaları, kopuşları olduğu kadar devamlılıkları tesbit etmeye de önem verirler. Bu bağlamda Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının devamı hatta kendisi olduğunun kanıtları pek mücessemdir. Meselâ, tutuklanmayan ve fiilî olarak Ankara’ya ulaşabilen mebusların mebuslukları aynen devam etmiş, ancak gelemeyenlerin yerine “seçim” yapılmıştır.

Bu, bu kadar açık ve net belli olmasaydı; sadece Büyük Millet Meclis’inin çıkardığı ilk kanuna bakarak bile bu devamlılık konusunda bir şeyler söyleyebilirdik. Ankara’da “fevkalâde selahiyete malik” olan bir meclisin ilk işinin “hiyanet-i vataniye kanunu”nu çıkarmak veya “icra vekilleri heyetini” belirlemek olduğunu düşünürsek yanılırız. Büyük Millet Meclisi’nin 24 Nisan 1920’de çıkardığı ilk kanun, koyun ve diğer hayvanlar için verilen “ağnam resmi” hakkındadır. İhtilâlci bir meclisten beklenmeyecek bir şekilde de eskiye, yani İstanbul dönemine göndermede bulunan bu tek satırlık kanun “ağnam resminin sabıkı misüllü dört misli olarak” toplanması hakkındadır. Mebuslar adeta nerede kalmışlarsa oradan devam etmişlerdir.

Peki, hiç değilse başlangıçta, Ankara’da toplanan bu millî meclisin üyelerinin (ve tabii ki üye olmayan çağdaşlarının) kendi kimlikleri hakkındaki düşünceleri nasıldı? Daha en baştan, bu zevata, “Biz Ankara’da toplandık, Osmanlılıkla bir ilgimiz yoktur” türü bir bilinç izafe edilebilir mi? Evvela şu gözlemi yapalım ki son dönem Osmanlı’da, “Türk, Türk milleti, Türk ordusu” gibi kelimeler sanıldığından çok daha yaygın bir şekilde kullanıldığı için, bu kelimeleri Ankara bağlamlarında da görmek, gerekli olarak bir kopuşa işaret etmez. Asıl önemli olan Ankara bağlamlarında “Osmanlı” kelimesini görmektir.

Hatıratı, ölümünden sonra, 1922’de basılan İttihatçı şeflerden Cemal Paşa, kendi kimliğini konu edindiği bir pasajda her şeyden önce bir Osmanlı olduğunu fakat Türklüğünü de hiç unutmadığını anlatmakta ve esasen ancak Türklerin olduğu yerlerde Osmanlılığın mevcut olabileceğinden bahsetmektedir. Paşa, sözlerine kanıt olarak da Arap ülkelerinde Osmanlılıktan söz eden olmadığı, sadece Anadolu’da Osmanlılık adına mücadeleye girişenler olduğu hususlarını göstermektedir: “Fakat Türk’ün mübarek yurdu olan Anadolu’dan yükselen Türk sedası yine ‘Osmanlı İmparatorluğu’ teranesini teganni ediyor, Türk’ün ufacık bir yuvası olan Garbî Türkiye’nin necib evlâdı Osmanlı nam-ı mübeccelini hırz-ı can ederek idame-i mevcudiyete çalışıyor.” Milli Mücadele’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmak amacıyla yapıldığı fikri bugün için bize tuhaf gelebilir ama Cemal Paşa’nın dediği de yeterince açıktır. Eski iktidarın önde gelen bir unsuru olarak Cemal Paşa’nın Millî Mücadele hakkındaki görüşünün kendi hesabına bir hüsn-ü zan olduğu ileri sürülebilir; paşa öyle görmek istediği için bunları yazmış olabilir tabii ki. Belki.

O zaman, Millî Mücadele’nin tartışmasız olarak en yetkili ağzı olan Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerine kulak verelim. Paşa, İstanbul’un İtilâf güçlerince işgali üzerine aynı gün yabancı devlet temsilcilerine, dışişleri bakanlıklarına ve parlamentolarına bir protesto göndermişti. Bu belgede “Osmanlı Milletinin siyasî hâkimiyet ve hürriyetine indirilen bu son darbe”nin “hayat ve mevcudiyetini ne pahasına olursa olsun müdafaa etmeye azmetmiş olan biz Osmanlılardan” çok, medeniyet ve insaniyet asrı olan 20. asrın ilkelerine ve “insanlığın umumi vicdanına” indirildiği ifade edilmişti.

Mustafa Kemal’in yine aynı gün millete yayımladığı beyannamesinde ise “Bugün, İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devletinin yedi yüz senelik hayat ve hâkimiyetine son verildi. Yani, bugün Türk milleti, medenî kabiliyetinin, hayat ve istiklâl hakkının ve bütün istikbalinin müdafaasına davet edildi” denmektedir (Bkz. Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi). Mustafa Kemal Paşa’nın aynı gün içinde hem “Osmanlı” hem de “Türk” milleti tercihleri, bu kimliklerin nasıl bir kolaylıkla birbirlerinin yerine kullanıldığını ve tabii ki onun (ve çağdaşlarının) kafasında ne denli örtüştüğünü göstermesi bakımından önemlidir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Britanya’dan bağımsızlığı için yola çıkan Amerikan “kurucu babalarının” ilk siyasî bildirilerinde hâlâ “İngiliz hakları”ndan bahsetmeleri gibi Mustafa Kemal Paşa da daha bir müddet “Osmanlı milletine” göndermede bulunmuştur. Tabii ki bir aşamada Amerikalılar kendilerinden İngiliz olarak söz etmekten, Mustafa Kemal ve arkadaşları da kendilerini Osmanlı olarak görmekten vazgeçmiştir. Bu dönüşümün tam ne zaman olduğu ise muhakkak ki tesbite muhtaçtır. Burada sadece, Büyük Millet Meclis’i açıldıktan sonra bile Osmanlı aidiyetinin devam ettiğini gösterir bir alıntı yapmakla yetineyim.

Mustafa Kemal Paşa, 30 Nisan 1920’de Meclis Reisi sıfatıyla Büyük Millet Meclisi’nin açılışını yabancı hükümetlere resmî bir notayla şöyle bildirmekteydi: “Bilcümle hukukuna vaki olan tecavüze ve hâkimiyetine indirilen darbeye binaen Osmanlı milleti vekillerinin emriyle Meclisten intihap ettiği bir icra heyeti memleketin idaresini ele almıştır. (…) Sükûn-u dem ve itidalini muhafaza ederek müstakil ve hür bir devlet halinde hukuk-u mukaddesesini müdafaaya azmetmiş olan Osmanlı milleti haklı ve şerefli bir sulh akdi arzusunu beyan eder ve kendi namına taahhüdat akdi hakkını ancak kendi müessislerine bahşeder.” (Bkz. Yunus Nadi, Birinci Büyük Millet Meclisinin Açılışı ve İsyanlar).

16-04/24/24kr15birincimeclis3.jpg

Herhalde, kısa bir süre sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi olacak olan meclis, yetki ve örgütlenme açısından Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına benzemiyordu. Fakat madem ki Mustafa Kemal’in notasında bu meclisten seçilen bir hükümet Osmanlı milletinin vekillerinin emriyle seçilmişti o meclise de bir Osmanlı meclisi demekte bir beis yoktur sanırım.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.