Belki niyet iyi ama sonuçları kötü
Çevreyi koruma adına büyük bir iyi niyetle, geri dönüşüm kutularına atık atanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Ancak geri dönüştürülemeyen maddeleri tamamen iyi niyetle geri dönüşüme bırakmak daha kötü bir duruma yol açabiliyor. Bu kavramın bir de havalı adı var; wishcycling...
Wishcycling, daha fazla kirliliğe yol açabiliyor. Geri dönüştürülemeyen bir malzeme, geri dönüştürülebilir bir malzemeyle karıştırıldığında tam anlamıyla ‘çöp’ oluyor. Geri dönüşüm yapan işçilerin malzemeleri işlemesini zorlaştırıyor.
ASIL SUÇLU KİM?
Çevreciler, şirketler hatta bazı hükümetler geri dönüşüm konusunda insanları teşvik ediyor. Özellikle de plastik konusunda. Oysa ne yazık ki sadece bazı plastikler geri dönüşüme uygun. İşlenmemiş plastik yapmak, geri dönüştürmekten daha ucuz olduğu için de tercih ediliyor.
Pek çok ülke uzun yıllar boyunca atık ve hurdalarını gemilerle Çin’e göndererek ‘çöp’ünden kurtuluyordu. Çin 2018 yılında plastik atık ve geri dönüşüm malzemelerinin ülkeye girmesini yasakladıktan sonra Batı ülkeleri muazzam atıklarla baş etmek zorunda kaldı. Bir de şunu bilmekte yarar var, küresel atık krizi yoğurt kaplarını yıkamadan atan, plastik poşetleri ayırmayanlar yüzünden olmuyor! En büyük ‘kirleticiler’ küresel oyuncular.
ABD’de yapılan bir araştırma, halkın yüzde 90’ının geri dönüşüm uygulamalarını desteklediğini gösteriyor. Türkiye’de de geri dönüşüm konusunda artan bir hassasiyet var. Oysa geri dönüşümün nasıl işlediğini bilenlerin sayısı ne yazık ki çok az.
Küçük bir katkı olması amacıyla hangi maddelerin geri dönüştürülüp, hangilerinin dönüştürülemediği hakkında birkaç madde yazmak isterim. Elbette bu öneriler kocaman bir çevre bilinci içinde minicik bir detay. Plastikte (PETE) ve (HDPE) kodlu ürünler, durulanmış ve kurutulmuş alüminyum ve cam kaplar geri dönüşüme uygun. Kağıt ve köpük kahve fincanları, plastik alışveriş poşetleri (pek çoğu), yağlı yemek kartonları, pipetler, üzerinde yiyecek kalıntısı olan kaplar geri dönüşüme uygun değil. Çok yakında ‘wishcycling’i durdurun’ sloganını ve çağrısını farklı platformlarda duymaya hazırlanın!
ET BULAMIYORSAN YAPAY ET YE!
Önümüzdeki birkaç yıl içinde dünya nüfusunun beslenmek için yeni yollar bulması gerekecek. Çok açık ki mevcut beslenme sistemi dünya için sürdürülebilir değil. Protein sektörü bir dönüm noktasına geldi. Bir yandan hayvansal protein talebi küresel olarak artıyor, bir yandan et ve süt ürünleri tarım arazileri üzerinde çok büyük bir karbon ayak izi bırakıyor. İklim değişikliğinin doğal ve tarımsal kaynakları yok etmesine de kesin gözüyle bakılıyor.
Birkaç ay önce, çoğu kişinin ‘yapay et’ dediği ama sektörün ‘temiz et’, ‘kültür eti’, ‘laboratuvar eti’ terimlerini tercih ettiği yeni besin kaynağını detaylıca yazmıştım. Görünen o ki bu tarz yeni protein kaynakları beklenenden daha büyük bir hızla yaygınlaşacak. Büyük hamburger zincirleri 2022 yılı içinde bu tarz etleri mönülerine ekleyecek.
Geleneksel et üreticileri de karbon vergileri nedeniyle ufaktan ufaktan laboratuvar eti sektörüne yanaşmaya başladı. Sektörün 2030 yılına kadar et pazarının yüzde 25’ini oluşturması bekleniyor. 2050 yılına kadar da 555 milyar dolarlık bir pazar olması bekleniyor. Sermaye sahipleri hücresel tarım yatırımlarına ağırlık verdi bile. Bill Gates ve Richard Branson da bu protein kaynağı için yatırım yapan ünlü isimlerden.
Ancak bu protein kaynaklarının insan metabolizması üzerindeki etkilerine yönelik tartışmalar da var. Yapılan çalışmaların kültür etinin insan sağlığı üzerindeki etkisini anlamaya yeterli olmadığına inananlar büyük bir hata yapıldığı görüşünde.
Laboratuvar etine varım ama böcek proteini deyince ben almayayım. Tek hektarlık bir alanda 150 bin ton böcek proteini üretmek mümkün olunca cazibesi artıyor tabi... Birçok kültür günlük beslenme sistemlerinde böceklere zaten yer veriyor. Bu küçük yaratıklar sürdürülebilir ve yetişmesi kolay protein kaynakları olarak görülüyor. Birleşmiş Milletler de böceklerin yenmesini tanımlayan bir kelime olan entomofajiye daha fazla önem verilmesi gerektiğini savunuyor. Yiyelim, yemeyelim beklentiler bu protein de daha çok gündemimize gelecek, buraya da yazayım!
GERÇEKTEN ÇOK ‘KARAR’LI!
Karar, çeşitli seçenekleri değerlendirdikten sonra yaptığımız seçim. Her gün, bir kısmının sonuçları daha önemsiz olan, bir kısmı ise hayatımızı derinden etkileyecek onlarca karar vermek durumunda kalıyoruz. Konfüçyüs’ün “Çok kişiyle konuş. Az kişiyle düşün. Tek başına karar ver” sözünü günümüze uyarlarsak şu sonuca ulaşabiliriz. “Verileri topla, kararı teknolojiye bırak!”
Decision intelligence (DI), veri bilimini sosyal bilimlerle birleştirerek, karar verme süreçlerini inceleyen ve karar verme süreçlerine etki eden bir mühendislik dalı. DI, 2022’nin en iyi teknoloji trendlerinden de biri kabul ediliyor. Emekleme aşamasını geçti, ufak adımlarla ilerlemeye başlıyor.
Bu yeni mühendislik dalı şunu söylüyor: Bir seçim yapılırken genellikle mevcut koşullar, çevre, konuyla ilgili bilgimiz, geçmiş deneyimler, önyargılar, duygular, istekler tarafından motive ediliyoruz. Ama, yanlış anlamalar, duygular kararlarımızı etkileyebilir. Oysa DI, büyük veriyi anında analiz edip yorumluyor, geçmiş verilere dayalı akıllı projeksiyonlar yapabilme potansiyeline sahip. Öyle yok kalbim böyle dedi, içimden bir ses en doğru karar bu diyor, bizim bu işlerden anlayan bir kuzen var gibi mevzular da umurunda değil!
McKinsey’nin bir raporuna göre şirketlerin sadece yüzde 20’si karar verme hızından memnun. Diğerleri bazen de pek doğru olmayan kararları vermek için çok zaman harcadıklarını söylüyor.
DI, yapay zekanın bir sonraki adımı olarak kabul ediliyor. Halihazırda da kullanılıyor aslında. Örneğin bankacılıkta... Şüpheli bir IP adresinden bankanın uygulamasına girildiğinde, sistem kullanıcıdan daha fazla doğrulama talep ediyor. Finans sektöründe müşterilerinin yatırımları konusunda karar veren DI uygulamaları da var.
Netflix’in bak bunu da izleyebilirsin diye bizim adımıza karar vermesi, Google’ın bazı uygulamaları benzer bir teknoloji kullanıyor. Ancak bunlar dünyanın en büyük teknoloji şirketleri... Daha geleneksel süreçlerle yönetilen şirketler de yakın gelecekte pek çok kararı yapay zekaya bırakabilir. Elbette bu uygulamalar yaygınlaştıkça birçok tartışmayı da beraberinde getirecek.
BEN ASLINDA YOĞUM
Senaryosunu Gülse Birsel’in yazdığı, bir dönemin fenomen dizilerinden Avrupa Yakası’nda Engin Günaydın’ın canlandırdığı Burhan Altıntop karakterinin hala çok kullanılan repliği “Ben aslında yoğum”, New York Üniversitesi profesörlerinden, ünlü filozof David Chalmers’ın 25 Ocak’ta yayınlanacak kitabında anlattıklarını özetliyor gibi.
Kısa bir süre önce vizyona giren Matrix filmi, Doğu’dan Batı’ya filozofların binlerce yıldır kafa yorduğu “Dünyamızın gerçek olduğunu nasıl biliyoruz?” sorusu hakkında düşünmeye sevk ederken günümüzün popüler mevzusu metaverse, sanal bir dünyada yaşam beklentisiyle durumu daha da karmaşık bir hale getirdi.
Alternatif sanal dünyalarda yaşamayı, çalışmayı, eğlenmeyi vadeden metaverse gerçeklik algımıza ne yapacak henüz bilmiyoruz. Bu tuhaf durum artık soyut bir tartışmanın ötesine geçti. Gerçekliğin hem fiziksel, hem de sanal gerçeklikten oluşabileceğine inanan Chalmers’ın yeni kitabı Reality+ da yeni bir gerçeklikte yaşamanın felsefesini anlatıyor: Sanal dünya aslında gerçek mi? Duygularımız, değerlerimiz ne olacak? Dijital dünyada bilinç olabilir mi? Sağlıklı bir sanal bir toplum inşa edilebilir mi?
Chalmers’ın kitabıyla ilgili birkaç röportajını okudum. Son yılların en dikkat çekici filozoflarından biri olan Chalmers, simülasyonun düşündüğümüzden daha ‘gerçek’ olacağı görüşünde. Temel iddiası hayli cesur; çok değil önümüzdeki birkaç on yıl içinde sanal gerçeklik fiziksel gerçeklikten ayırt edilemeyecek, bu iki kavram arasında ayrım yapmak anlamsız hale gelecek.
Kitabındaki “Sonunda avatarlarımız, fiziksel benliklerimizle aynı haklara, sorumluluklara sahip olan bilinçli varlıklar olacak” önermesi kulağa imkansız gibi gelse de benzer konular şimdiden sık sık tartışılmaya başladı.
Pek çoğumuz “olacak şey değil” diye düşünüyor olabilir ama son 15-20 yılda doğanlar dijital gerçeklik içinde yaşama fikrini çoktan kabullendi.
Eğer izlemediyseniz konuyla ilgili keyifli bir film de önermek isterim. 2018 yılında vizyona girdiğinde büyük ilgi gören Ready Player One (Başlat) Ernest Cline’ın romanından uyarlanmış. Yönetmenliğini Steven Spielberg’ün yaptığı filmde, ailesini küçük yaşta kaybeden Wade Watts’ın gerçek dünyanın sıkıntılarından kaçmak için zamanını geçirdiği The Oaisis oyun evreninde yaşadıklarını anlatıyor.