Cennete ve nimete ulaşmanız için
Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde bir cümle vardır: “Hattâ tenâlû cenneten ve naîmâ.” [Cennete ve nimetlere ulaşmanız için] O sözleri okuyan bir hafız, “Bu ayet hangi surede, bulamadım” der, biraz da muziplik olsun diye. Bu soru üzerine pek çok hafız ayetin geçtiği sureyi aramaya koyulur. Oysa öyle bir ayet yoktur. Fakat Çelebi’nin hassasiyetidir o, öyle bir kaynaştırma yapar ki Mevlid-i Şerif’in yazarı, “Hattâ tenâlû cenneten ve naîmâ” bir Kur’an ayeti gibi anlaşılabilir.
Vezin ve söyleyiş itibarıyla çok başarılı bir kaynaştırma var önümüzde. İşte o, Çelebi’nin aşkından kaynaklanan bir şey. Sözün insana aşık olması gibi insan da söze aşık olur. Aşk arındırır, duru hale getirir kelimeyi. Varlığı da kelimeyi de olduğu gibi gösterir.
* * *
Kelime, canlıdır. İnsanın içinde nasıl yaşarsa hayatın ortasında da aynı şekilde yaşar. İnsanda tutunamayan kelimeler, dışarıda da kendine sağlam bir yer bulamaz. Kelimenin de bir mayası var. Güçlü bir kelime yazıyı ve şiiri taşıyan sütunlar gibi hayatı da temelinden kavrar, onu büyük bir mana ile yeniden inşa eder. Kelime, bütünlüğü olan her şeye sirayet eder, sirayet ettiğini güçlendirir.
Bir kabalık var alemde, bir de incelik. Kaba ve kesif olan elimize ayağımıza takılır, yolumuzu tıkar; ince ve latif olan, her an her yerde akar. Aşkla söylenen, derin bir etki bırakır. Aşıktan sadır olan söz yakar. Söz bahsinde, ‘söz’ü Yunus Emre’ye bırakmalı: “Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için/Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.”
Sade ve sahici ‘söz’e, zamanı aydınlatan kelimeye nasıl ulaşacağız? Meselenin zorluğu burada. Hem kadim olanı bileceğiz hem zamanı kadim olana bağlayacağız.
* * *
Her çağın bir ruhu, bir dili, bir sözü var. Her çağ kendine özgü tefekkürü zorunlu kılar. Tefekkür ise kelimeler aracılığı ile doğar. “Kelimelerin hayatı fikirlerin hayatından ayrı görülemez.” Kelime de düşünce de bakım ister. Söze hayatiyet veremeyen, tefekkürden uzak durur.
Kelimeler dönüşür, hayat dönüşür, canlar dönüşür.
Her çağ kendine özgü bir karakter taşır. Söz, çağının ruhuyla söylenir.
“El-hamdu l’illahi Rabb’il-âlemîn” ayetinin manası hiç değişmedi. Kıyamete kadar da değişmeyecek. Çağın ruhuyla ayetin buluştuğu yer neresidir? Zamanın ruhuyla kavranamazsa ayet, mana daralır ve daha da geriye düşer. O ayetten insanlar beş yüz sene önce de etkileniyorlardı, heyecan duyuyorlardı. Aşk veriyordu, zihni parlaklık veriyordu ve insanlar o ayeti bir kavrayış olarak daha ileriye taşımanın telaşı içindeydiler. Önemli olan bugünün diliyle, bugünün heyecanıyla o ayetle muhatap olup olmadığımızdır. İşte insanın sözüyle Hakk’ın sözünün buluştuğu yer…
İşte sözün sözü doğurduğu, sözün bizi getirdiği yer…
* * *
Hakikate bağlanmak tüm zamanları içine alır. Hayatımız inancımızdan, inancımız da Allah’ın kelimelerinden ayrı değil. Dünyada kurduğumuz dil ile ahirete gideriz. Muhabbetin dilidir hakikatin kapısını açan.
Allah Mümin’dir, insan da bu dilin içindedir. Biz kendimizi mümin olarak tarif ederiz. Bu ‘güveni’ hak eder, dünyada özgür ve bağımsız olarak arızi olandan uzak dururuz.
Özgürlük insanın zamana yolculuğuyla pekişir, sonsuz olana sefer eyler. İçimizdeki insanla yolculuğumuz Allah’adır. Böylece ezeli-ebedi olanla ilişkimiz süreklilik kazanır. Bütün bu maceramız, söz ırmağı içinde akan hayatımızla gerçekleşir.
Başlangıçta verdiğimiz söz bizi zamanın sahibine götürür. Özgürlüğünü Allah’tan alan insan, ruhunu da özgürleştirir. Söz ülkesinin muhabbetini yaşar, kalbini bütün bir aleme hasreder. ‘Söz’ ile ‘kalbimiz’ arasındaki mesafeyi kaldırarak varırız menzile.
Sözümüz inşirah ile yönelir hakikate. Alemi sarar, bir gönle yaslanır.