Sufi idrakten modern idrake…
Ian Watt, “Gerçekçilik ve Romansal Biçim” (Roman ve Gerçek Etkisi, Çev. Mehmet Sert, 2002, s. 7) başlıklı yazısında, roman yeni bir tür müdür, diye sorar ve eğer öyleyse Yunan, Orta Çağ ya da XVII. yüzyıl Fransa’sındaki düzyazı kurmaca eserlerden farkı nedir, diye ekler.
Aynı soruları Türk edebiyatı için de sorabiliriz. Alacağımız cevap ise aşağı yukarı, romanın yeni bir tür olduğu, modernleşmeyle beraber Batı’dan geldiğidir. Bunda şüphe yok! Ama bence asıl cevap aranması gereken “Bu edebî türün Türk edebiyatındaki geleneksel kurmaca eserlerden, örneğin mesnevîlerden, halk ya da meddah hikâyelerinden farkı neydi?” sorusudur. Bu soruya bulunacak cevap, bize modernleşme sürecindeki Osmanlı yazarının âlemi idrak edişindeki değişimi de gösterecektir.
O hâlde Watt’ı takip edelim! Nedir romanla gelen yenilik?
Watt, romanı geleneksel kurmaca türlerden ayıran en önemli özelliğin gerçekçilik anlayışından kaynaklandığını ileri sürer. Doğru bir tespittir bu! Poetikanın anahtar kavramı ‘gerçek’tir. Sanatta, hatta inanç ve ideolojide ana ölçüt, gerçeğin ne olduğu ve nasıl idrak edildiğiyle ilgilidir. Nitekim Coleridge, gerçek bağlamında insanlar ya Aristotelesçi veya Platoncudur, der. Aristotelesçi idrak, tekil ve somut olanları, Platoncular ise soyut kavramları, kurumları, türleri gerçek olarak görürler. Aristotelesçiler için dil evrenin haritası, Platoncular için ise “bir simgeler dizisi”dir (Borges, Öteki Soruşturmalar, s. 183). Kısaca, Aristocu idrak somut evrene, tekil varlıklara, somut dile; Platoncu idrak ise soyut evrene, soyut dile ve genelleyici bir kavrayışa yatkındır. Örneğin Aristocular için bülbül, sadece somut ve tek bir bülbüldür, oysa Platoncular genel bir bülbül simgesi peşindedirler. Bu açıdan bakarsak, Klasik Türk şiirinde bülbül, gülle irtibatlandırılarak tüm âşıkları sembolize eder. Böylece kendi somut/ tekil varlığının dışına çıkarak âşığın soyut sembolü olur. Bu itibarla Klasik şiirdeki mazmunlar, genelleyici, Platoncu gerçekçiliğin ürünüdür.
O hâlde şöyle diyebiliriz: Platoncu gerçekçilik, genelleyici ve soyutlayıcıdır, somut evreni idealar âleminin bir yansıması olarak görür. Yunus’tan Şeyh Galip’e kadar Klasik Türk şiirindeki tüm mutasavvıf şairler de evreni ve tüm varlıkları Tanrı’nın aksi olarak görüyorlardı. Asıl ve tek gaye, Tanrı’ya ulaşmaktı. Bunun sonucunda bireysellik/ tekillik ortadan kalkmış, tıpkı gül ve bülbül örneğindeki gibi tüm hâl ve davranışlar, sufi idrâke paralel biçimde birtakım mazmunlarda toplanmıştı.
İşte modernleşmeyle beraber edebiyatta asıl yıkılan, bu genelleyici idrak ve mazmun yapısıdır. Sufi gerçekliğe uygun olarak birtakım hâl ve davranışları cem eden mazmunları terk eden ‘modern şair/ yazar’ artık tekil, özge ve dünyevî gerçekleri anlatmayı amaçlamıştır. Nitekim Turgut Uyar, “Ne Değişir?” şiirinde, bu idrak değişimini ve o gerçekliğe olan tepkiyi gül mazmunundan hareketle; “hepsine pekâlâ amma bilirim gülün derdi uydurma” mısraıyla dile getirir. Şiirin sonundaki; “hep böyle süreceği sanılır bu gül hikâyesinin/ hep böyle sürer gerçi amma bir gün sonu değişir” mısraları, gül mazmunuyla sürekli tekrarlanan o hikâyeden –o idrakten, genelleyici dilden- kopuşu da yansıtıyor.
Sonuçta sufi idrak, tüm âlemi ve hâlleri âşık, sülûk (yol, dünya, ömür), maşuk (Tanrı, sevgili, hakikat, ulaşılmak istenen menzil) şemasına paralel mazmunlarla genelleştirir. Modern idrak ise bireye, tekil gerçekliklere ve dünyevî olana odaklıdır. Bu bakımdan roman, modern idrakin ürünüdür; çünkü en önemli özelliklerden biri, “kahramanları bireyselleştirme[sidir.]”
Sufi idrak küll’e (Bütüne), modern idrak cüz’e (parça)ya bakar. Ama bence cüz’ü (ferdi) idrak edemeyen küll’ü (Bütünü) idrak edemez. Kendini bilen Rabbini bilir!..