Kültür tarihi araştırmalarıyla öne çıkan Taner Ay 'İskenderiye Kütüphânesi’nin yok oluşunu Amr bin Âs’ın M.S. 641 yılında kütüphânedeki kitapları yakılmaları için fırınlara dağıttırması olayına tarihlendirenler de bulunuyor' diyor.
İskenderiye Kütüphânesi’nin “Mouseîon” içinde olduğu yazılır. Bu sözcük “Musalar Tapınağı” anlamına gelmesine karşın, Atina’daki “Mouseîon” aslında bir tapınak değildi. Aksine, içinde derslerin verildiği ve düşünce tartışmalarının yapıldığı bir okuldu. Ptolemaios Soter de İskenderiye’deki “Mouseîon” ve kütüphâne için Atina’daki “Mouseîon” düşüncesini esâs almıştı. “Mouseîon”, “Mousai” sözcüğünden gelmektedir. “Mousai” ise akıl, düşünce ve yaratıcılık yeteneği gibi anlamlara gelen “men” kökünden türetilmiştir. Yunan Mitolojisi’nde “Mousai” ile Mnemosyne ve Zeus’un dokuz kızı hikâye edilmiştir. Onlar, Homeros’un Odysseia’sında (XXIV, 60 vd.) ve Hesiodos’un Tanrıların Doğuşu’nda (36-70), tanrıları nağmeleriyle şenlendiren şarkıcılar olarak karşımıza çıkarlarsa da, esâsında Homeros’un İlyada’sında da (II, 484 vd.) belirtildiği gibi, düşünceyi bütün ahvâliyle temsil eden bilgeliğin perileridirler.
“Mouseîon” içindeki kütüphâne için Eski Yunanca’da “bibliothḗkē” sözcüğü kullanılmıştır. Bu sözcük, “kitapların kondukları sandık” veya “kitapların muhâfaza edildikleri sandık” anlamına geliyordu. Latince’ye “bibliothēca” olarak geçmiştir. Sextus Pompeius Festus ise, Der Verberum Signifacitione’de, “bibliothḗkē” veya “bibliothēca” için “kitapların muhâfaza edildikleri yer” ifâdesini kullanmıştır.”Kitapların kondukları sandık” veya “kitapların muhâfaza edildikleri sandık” anlamındaki “bibliothḗkē”, Kitab-ı Mukaddes’te akasya ağacından yapılma Ahit Sandığı (“Aron Haberit”) olarak geçer. Üzerlerine On Emir’in (“Aseret ha-Dvarîm”) yazıldığı levhalardan (“Şene Luhat Aedut”), Çıkış’ta “kitap” olarak bahsedilir (24:7 ve 32:32). Bu levhalar Ahit Sandığı’na konmuşlardı. Ahit Sandığı da içindeki kitapla ( “Luhat Aedut”) birlikte “Mişkan” denilen bir yerde muhâfaza ediliyordu. “Kitapların muhâfaza edildikleri yer” anlamındaki “bibliothḗkē” ise, bu “Mişkan” denilen yerin tarihî devâmlılığındaki karşılıklarından biri olarak tasavvur edilebilir. Yalnızca kâhinlerin içine girebildiği “Mişkan”, tıpkı “Mouseîon” gibi, filozoflardan ve ulemâdan başka kimsenin giremediği İskenderiye Kütüphânesi’nin de mekân ve fikrî öncüllerinden biri olmalıdır. Üzerlerine On Emir’in yazıldığı levhaların Ahit Sandığı’na konması gibi, Aleksandros’un da kendisine Aristoteles’in verdiği İlyada’yı çok değerli bir sandığa koyması anımsanacaktır (Plutharkos, Paralel Hayatlar, “İskender”, 26.126.2).
İskenderiye Kütüphânesi’nin “peripatetik” tarzda tarzda tasarlandığı tahmîni, sorunludur. Luciano Canfora, The Vanished Library: A Wonder of the Ancient World (1986) isimli çok satan eserinde, kitapların, bir binânın içinde değil, üstü kapalı büyük gezi yolunun (“peripat”) duvarlarına dizilmiş olarak muhâfaza edildiklerini tasvîr etmiştir. Papirüs yapraklarının eni ortalama olarak 22 santim, rulosunun çapıysa ortalama olarak 6.35 santimdir. Bunların bir duvar boyunca tek nişte yan yana dizildiklerini düşünürsek, 490.000 rulo için yaklaşık olarak 32 kilometre uzunluğunda bir niş gerekiyordu. Duvarda 10 niş olsa, duvarın uzunluğu 3.2 kilometre olur. Gezi yolunun iki duvarının her birinde 10’ar niş bulunsa, bu “peripat” yaklaşık olarak 1.6 kilometre uzunluğunda olurdu. Duvarlara 20’şer niş yerleştirsek bile, yine de büyüklüğünü tahayyül etmenin imkânsız olduğu bir yapı ortaya çıkacaktır. Lucien X. Polastron ise biraz daha farklı bir hesâplama yapar. Nişlerin duvara baklava dilimleri gibi çaprazlama yerleştiğini ve 2 metre genişliğindeki her bir nişte 500 rulonun bulunduğunu düşünen Polastron, bunun için de 2 kilometrelik bir galerinin gerektiği sonucuna varmıştır (Kitap Yakmanın Tarihi, B. 3, 2004).
Şehrin kurulduğu alanın imkânları açısından bu uzunluklarda bir “peripat” mümkün değildir. M.Ö. 50 ile M.S. 50 yılları arasında şehrin en batı ucunun Râ-Kedet, en doğu ucunun ise Yahudi Bölgesi olduğu düşünülüyor. Buna göre, M.Ö. 50 ile M.S. 50 arasındaki İskenderiye şehri, Batı Kapısı’ndan Kanopus Kapısı’na kadar yaklaşık olarak 6 kilometrelik bir alanda yayılmış olmalıydı. George Braun ile Frans Hogenberg’in 1575 tarihli haritaları bunu teyid etmektedir. Hatta 1885 yılında Charles Perron’un çizdiği haritada bile şehrin batı ucundan doğu ucuna kadarki bu tarihî mesâfenin çok fazla değişmediği görülecektir. Günümüzün İskenderiye’sinde eski Râ-Kedet, aşağı yukarı şehrin bugünkü Al-Wardiyan ve Nagaa El-Arab kısımlarına, Yahudi Bölgesi ise aşağı yukarı şehrin bugünkü Al-İbrahimiyyah kısmına tekabül ediyor olmalıdır. Nagaa El-Arab’dan Al- İbrahimiyyah’a günümüzün yolları üzerinden bile en fazla 10 kilometre ile 13.1 kilometre arası mesâfeler verilmektedir. İmparatorluk Bölgesi olan bu kısım “binâ üzerine binâ” (Strabon, Coğrafya, XVII, 1.8) hâliyle “devâsâ bir kütüphâne” için hiç müsâid olmamalıdır. Lucien X. Polastron’un yazdığının aksine, Callimachus’un sınıflandırmasının 10 odaya tekabül ettiğini de düşünmüyorum (Kitap Yakmanın Tarihi, B. 3, 2004). “Büyük bir binâ”, “oturma salonu”, “üzeri kapalı gezinti yolu” ve “akşam yemeğinin yendiği salon” gibi kayıtlara karşın, kitapların muhâfaza edildikleri odalara ve sayısına ilişkin bir kayıt bulunmuyor. Belki her tarihçinin dikkatini çekecek derecede “devâsâ bir kütüphane yapısı” hiç olmamıştı. Bu nedenle, Strabon’un “Mouseîon” için sadece “sarayın bir parçası” kaydını düşmesini anlayabiliyorum (Coğrafya, XVII, 1.8). Muhtemelen kitapların çoğu kütüphâneye âid olan ama sâhil tarafında bulunan depolarda muhâfaza ediliyorlardı. Aslında Galenos’un Commentarius in Hippocratis Epidemias’ta (III, XVII A) yazdığı da bunu teyid eder mahiyettedir. Serapeum Kütüphânesi ise, sürekli artan kitap sayısı nedeniyle İskenderiye Kütüphânesi’nin yetersiz kalması üzerine Ptolemaios Euergetes tarafından ihtiyâca binâen kurulmuş olmalıdır. Iōánnēs Tzétzēs, yine Callimachus’a dayanarak, bu dış kütüphânede de 42.800 kitap bulunduğunu yazar. İskenderiye Kütüphânesi’ni “dünyanın merkezi” yapan husûsun ise mimarî açıdan “devâsâ bir kütüphâne yapısı” olmadığını, aksine kütüphânenin yöneticileri ile oraya davet edilenlerin büyük şöhretleri olduğunu düşünüyorum. Onların arasında, Efesli Zenodotos, Rodoslu Apollonios, Kireneli Eratosthenes, Bizanslı Aristophanes, Sisamlı Aristarkus, Phalerumlu Demetrius, Koslu Philitas ve Amasyalı Strabon bulunuyordu. Ancak, Ptolemaios Euergetes döneminden itibâren İskenderiye Kütüphânesi’nin “dünyanın merkezi” olmaktan çıkmaya başladığı muhakkaktır.
Kütüphânenin en iyi yıllarını şehrin kuruluşu ile Ptolemaios Philadelphos dönemi arasına tarihlendirebiliriz. Çünkü, M.Ö. 283 yılında imparator olan Ptolemaios Philadelphos’un ilk işi Phalerumlu Demetrius’u taşraya sürgüne göndermek olmuştur. Phalerumlu Demetrius, sürgündeyken, M.Ö. 280 yılında, Diogenes Laertios’un ironik ifâdesiyle, elini bir engerek yılanının sokması sonucunda ölür. Cleopatra’nın ölümü için de Eutropius’un “kendini engerek yılanına sokturdu ve zehirlenerek öldü” şeklindeki anlatımını esâs alırsak (Kısa Roma Tarihi, VII, 7), İskenderiye’nin engerek yılanlarının istenmeyen kişilerin ortadan kaldırılmasında hayli faydalı oldukları anlaşılmaktadır. Doğruluğu bilinmemekle birlikte, Ptolemaios Philadelphos hakkında anlatılan bir başka öykü daha vardır. Buna göre, Maronyalı şâir Sotades, Ptolemaios Philadelphos’un evliliğini müstehcen dille hicveden bir mektup yazınca, imparatorun emriyle tutuklanmış ve kurşundan dökülme bir sandığa kapatılıp, denize atılmıştır. M. Ö. 43 veya M.Ö. 42 yılında Sakızlı Theodotus’un çarmıha gerilmesi ve M.S. 415 yılında Hypatia’nın linç edilmesi gibi hâdisât, bilhassa Ptolemaios Euergetes döneminden itibâren İskenderiye’nin düşünürler için bir korku şehri hâline gelmiş olabileceğinin de işâretleridir. Edward Gibbon, İmparator I’inci Theodosius’un paganizme karşı açtığı savaşı “insanlığın manevî tarihinde çok dikkat çekici bir devrim” olarak değerlendirmesine karşın (Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi, C. 3, B. XXVIII, 1776-1788), bu mücâdelenin İskenderiye’deki örneğinin aslında vandallıktan başka bir şey olmadığı muhakkaktır. O dönemde İskenderiye Patriği olan Theophilus’un kışkırtığı kırsal kesim gürûhu M.S. 391 yılında Serapeum Tapınağını ve Serapeum Kütüphânesi’ni yıkıp yok eder. Burası uzun yıllar boyunca bir harâbe olarak kalacaktır.
Edward Gibbon, muğlak “İskenderiye Kütüphânesi” ifâdesi ile eğer sadece Serapeum Kütüphânesi’ni kastediyorsa, bu olaydan 20 yıl sonra bile oradan gelip geçenlerin yıkıntılar arasında kütüphânenin boş raflarını gördüklerinde üzüntü ve tiksinti duyduklarını yazarken haklı olmalıdır ( C. 3, B. XXVIII, 1776-1788). Ama, Patrik Theophilus’un neden olduğu yıkım ve yağmayı anlatırken kullandığı “İskenderiye Kütüphânesi” ifâdesiyle Serapeum Kütüphânesi ile birlikte “Mouseîon” içindeki tarihî kütüphâneyi de kastediyorsa, bunda çok daha haklıdır. Çünkü, şehri kasıp kavuran Hıristiyan vandallığı esnâsında tarihî İskenderiye Kütüphânesi’nden geriye kalanların da zarar görmemesi mümkün değildi.
İskenderiye Kütüphânesi’nin yok oluşunu Amr bin Âs’ın M.S. 641 yılında kütüphânedeki kitapları yakılmaları için hamamlara ve fırınlara dağıttırması olayına tarihlendirenler de bulunuyor. Ama, Amr bin Âs rivâyetinin İskenderiye’nin Araplar tarafından ele geçirilmesinden asırlar sonra ortaya çıkması, anlatılanları büsbütün kuşkulu hâle getirmektedir. Oysa, Bragalı Orosius, M.S. 641 yılından epey önce, M.S. 416 yılı civârında, İskenderiye’de “ayakta kalmayı başaran hiç bir kütüphâne kalmadığını” yazmıştır.