Post-apokaliptik denilen nükleer veya başka türlü bir facia sonrası Slav oyunlarındaki yıkık dökük yalnızlığı seviyorum. Ukrayna çıkışlı 4A Games’in son oyunu Metro Exodus’da da bundan bolca var.
Post-apokaliptik denilen nükleer veya başka türlü bir facia sonrası Slav oyunlarındaki yıkık dökük yalnızlığı seviyorum. Ukrayna çıkışlı 4A Games’in son oyunu Metro Exodus’da da bundan bolca var. Bir grup eski askerin böyle yıkılmış bir 2050’ler Moskovasını keşfettiği Metro Exodus, Tolstoy’a Netflix’in Çernobil dizisini izlettirip, bayağı da vodka içirdikten sonra gördürtülen bir kabus gibi; garip bir cazibeye sahip…
Hemen cezbediyor insanı.
***
Oyunda, aralıksız kar ve buzun neredeyse fosilleştirdiği, dize kadar kar ve ceset dolu bir lağımın kapağını güç bela çatırdatarak açıp içeri düşüyorsunuz. Çakmağınızın ışığı gaz maskenizdeki çatlakları belli ediyor. Çok geçmeden onları tamir edecek edevat bulmalısınız…
Etrafımdaki gaz lambalarına püfleyerek adım adım aşağı iniyorsunuz. Buradaki şeylerin sizi fark etmesini hiçbir şekilde istemezsiniz, kimse istemez.
İnsanı sürükleyen müthiş bir merak ve aynı zamanda gerilim duygusunu kuvvetle hissediyorsunuz.
Çakmağınız etrafınızdaki örümcek ağlarını yakıyor. Ufak bir örümcek kolunuza atlayıp yapışıyor!
Metruk, yan yatmış bir metro vagonuna girip kafanızı eğiyorsunuz. Ama homurtular artık çok yakından geliyor. Birileri ya da bir şeyler var; çiftenizi hazırlayıp dışarı çıkıp canlarına okuyorsunuz. İki saçma, iki ceset ve gaz maskenize sıçrayan kan!
Bir çakmak, duş borularından bozma bir tüfek ve birkaç saçma çoğu zaman tek dostunuz. Sonra, aslında bizim bozkırlardan çok uzak olmayan türden kavrulmuş, kuru diyara geldiniz.
Kazakistan’da çok fazla çöl var mı bilmiyorum, ama demek ki bir tane var. Sıcaklık, az ilerideki neredeyse kömürleşmiş ağaçları o meşhur optik illüzyonla dans ediyormuş gibi gösteriyor. Hava o kadar kuru ki, az ileride, western filmleri gibi yuvarlanan bir çalı öbeği tutuşuyor ve seğirten alevi, inceden yüzünüzü yakıyor. O an ciğerlerinizi tıkayan berbat toksini hissedip gaz maskenizi can havliyle kafanıza geçiriyorsunuz. Cama öbeklenen çalıları ittirip derin bir nefes alıyorsunuz. Az ilerideki yara bandıyla tutturulmuş gibi görünen hurda arabaya kapağı atabilirseniz, hayatta kalmanız mümkün inşallah.
***
Benzine ulaşıp bu lanet çölden kurtulmanın tel yolu önümüzdeki labirenti geçmek. Size doğru hızla gelen gölge gibi bir şey fark ediyorsunuz: Balçıktan yapılmış gibi duran, el fenerinin ışığı o tuhaf uzuvlara değer değmez çıldıran dev örümcekler!
Neyse ki el fenerini üzerlerine tuttuğunuzda kaçıp bir deliğe giriyorlar. Ancak tam o anda fenerinizin bataryası bitiyor. Sizden çekinmiyorlar artık…
Kalan son molotof kokteylinizi üzerlerine fırlatıp çıkışa doğru koşuyorsunuz…
Sevgiliniz Anna size sarılıyor. Bir gün daha bitti.
Treninize dönüyorsunuz. Kahvenizi yudumlarken radyodaki kanallardan bir sinyal bulmaya çalışıyorsunuz. Gaz maskenizin camlarını tamir etmeyi unuttuğunuzu fark ediyor, inceden bir irkiliyorsunuz. Trenin buharını kahveninkine benzetirken, bir sonraki istasyonda hangi maceranın sizi bulacağınızı düşünüyorsunuz. Derin bir oh çekip uyuyorsunuz artık.
Bol oyunlu haftasonları dilerim. Haftaya başka bir bir oyunla birlikte olacağız.