ERKUT TEZERDİ
ABD’li yazar James Dashner’ın tüm dünyada satış rekorları kıran Labirent adlı roman serisinden uyarlanan ‘Maze Runner: The Death Cure’ popüler sinema formüllerini uygulayarak tamamen izleyicinin/hedef kitlenin beklentilerine yönelen bir film. Türkçeye çevrilen adıyla ‘Labirent: Son İsyan’ üçlemenin final bölümü olarak beyazperdeye yansıyor; hayatta kalma serüvenini bilimkurgu öğeleriyle süslüyor ve bunu bir başkaldırı öyküsü formatında sinemaseverlerle buluşturuyor. Filmin önceki iki yapımında olduğu gibi yönetmen koltuğunda yine Wes Ball oturuyor.
Konusu yakın gelecekte geçen film serisinde, tedavisi bulunamayan bir hastalık nedeniyle insan nesli tükenme noktasına geliyor. Hastalığı kapanlar birkaç gün içinde zombiye dönüşüyor; ısırıyor, parçalıyor... Tedavinin ise Kayran adı verilen labirentte yaşayan bağışıklığı olan gençlerin salgıladıkları kimyasallardan elde edileceğine inanılıyor... İlk iki filmde serinin baş kahramanı Thomas ile arkadaşlarının hem Kayran’dan hem de kendilerini orada tutan organizasyondan kurtulmaya çalışmaları anlatılıyordu. ‘Maze Runner: The Death Cure’da ise intikam hikâyesi başlıyor. Amaç organizasyonu yerle bir etmek ve tedaviyi bulmak. Lakin tedaviyi bulmak isteyenler özellikle organizasyon üyeleri; yani ortada bir yanlış anlaşılma var: “Gel oturalım konuşalım, beraber tedaviyi arayalım” deseler sorun ortadan kalkacak ama Matrix’te de Neo, kırmızı yerine mavi hapı alsaydı konu ilerlemezdi... Bu nedenle mantık hatası gibi görünen kısımları geçiyorum.
Filmde Thomas, en sevdikleri arkadaşları Minho’yu organizasyonun elinden kurtarmak için türlü türlü planlar hazırlıyor. Senaryonun ana çatısı sanki Minho üzerine kuruluyor. Ancak bu vesileyle dünya üzerinde son kalan şehrin varlığı tespit ediliyor, içeri sızma girişimleri başlıyor. Ayrıca şehri ele geçirmek isteyen düzen karşıtı isyancılar da var. Bu durumda aksiyonun ikiye katlanması bekleniyor ama sürenin uzunluğu izin vermiyor.
‘The Death Cure’ yönetmenlik açısından çok büyük sorunlar içermese de senaryodan kaynaklı birtakım rahatsız edici sahneler barındırıyor. Bunun en başında zamanlama problemi geliyor. Ancak bu ‘zamanlama’yı açmak gerekiyor: 1- Filmin süresi 144 dakika ve istenilse makaslanırdı, böylece daha sık dokunan bir yapım ortaya koyulurdu. 2- Karakterlerin düşman kuvvetler karşında hem gevşek davranarak mizahtan ödün vermemesi hem de yavaş hareket etmeleri “Abartmayın” dedirtiyor. 3- Düşman askerler yavaş hareket ediyor ama filmin temposu hızlı. Bu da onları FPS oyunlarındaki ilkel yapay zekalara çeviriyor. 4- Ana karakter Thomas elindeki glock tabancayla attığını anında vururken yine askerler hayatlarında ilk kez silah görüyormuşçasına hedefi hep ıskalıyor... Bunlar filmin en bariz hatalarından sadece birkaçı... ‘Maze Runner: The Death Cure’ yalnızca serinin hayranlarına hitap eden eğlenceli bir kıyamet sonrasını (post apokaliptik) anlatan bilimkurgu. Bu filmi izlemek istiyorsanız serinin ilk ikisini de seyretmeniz önerilir. Aksi takdirde sinema koltuğunda “Neydi, ne değildi?” derken canınız sıkılabilir.
Yeni nesil kahraman çıkarma çabası
Filmin başrolündeki Dylan O’Brien ‘Teen Wolf’ dizisiyle parladı, yeteneğinin olup olmadığı ise tartışılır. Peki ‘Maze Runner’ serisinde iyi bir oyunculuk sergiliyor mu? Hayır ama role çok yakıştığı kesin. Hollywood’da her zaman James Bond veya Rambo gibi yeni bir kahraman çıkarmak isteniyor. Ancak yeni bir kahramanın doğması için senaryo altın kural! Son yıllarda en iyi örnek ilk ‘Avengers’ filmi. Süper kahramanlar popülerdi şimdi ultra popüler. Fakat onların çizgi romanlardan uyarlandığını çoğu kişi gerçekten bilmiyor -ki bu da belki de kimsenin umurunda değil ! Yani demem o ki ‘Maze Runner’ serisi buram buram roman kokuyor. Sinemanın özgün dilinden yoksun. Haliyle kültleşmesi beklenemez!