YRD. DOÇ. DR. HELİN SARI ERTEM
ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump seçim kampanyasındaki sansasyonel vaatlerini yerine getirmekte kararlı görünüyor. Sadece ilk hafta imzaladığı kararname sayısı 15; sonraki haftalarda da peş peşe getirdiği yasaklar ve iptal ettiği anlaşmalarla gündem olmaya devam ediyor. Özgünlüğünü ‘denge ve denetleme’ yeteneğinden alan Amerikan sistemi ise Trump’ın keyfi eylemlerini engelleme ve olası hasarı en aza indirme çabasında. Trump’ın ilk icraatlarından biri ülkeye Suriye’den mülteci girişini durdurmak oldu. Ayrıca tüm mülteci alımlarını 4 ay süreyle dondurdu ve her yıl alınacak toplam mülteci sayısını 110 binden 50 bine indirdi. Yasadışı göç ve uyuşturucu trafiğini engelleme bahanesiyle Meksika sınırına duvar örmek için gereken kararnameye de imza atarak güney komşusu ile ilişkilerin iyice gerilmesine neden oldu. Bu da yetmezmiş gibi, ABD kongresinin henüz onaylamadığı, Asya-Pasifik bölgesindeki 12 ülke ile ticari ilişkileri düzenleyen Trans-Pasifik Ortaklığı anlaşmasını iptal etti. Tüm bunlara ilaveten, seçim kampanyasındaki sert retoriği tekrarlayarak, İran’ı ‘bir numaralı terörist devlet’ olarak ilan etmeyi de unutmadı.
EYALETLERDEN TEPKİ
Trump’ın iç ve dış kamuoyunda en çok tepki çeken adımı ise kamuoyunda ‘Müslüman yasağı’ (Muslim Ban) olarak da tanınan karar oldu. Seçim kampanyasında Müslümanların ABD’ye girişini yasaklayacağını ilan eden Trump ölçeği biraz küçülterek, nüfusu ağırlıklı olarak Müslümanlardan oluşan 7 ülke vatandaşlarına (İran, Irak, Suriye, Libya, Somali, Yemen ve Sudan) ilk etapta 120 gün süreyle, ABD’ye giriş yasağı koydu. Bu yasağı getiren başkanlık kararnamesinin adı da bir hayli iddialıydı: “ABD’ye Giren Yabancı Teröristlerden Ulusu Koruma Kararnamesi”... Baştan sona tartışmalı bu kararın ardından söz konusu 7 ülkeden yüzlerce kişi havaalanlarında ABD’ye gidecek uçaklara alınmayarak mağdur edildi. Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi kararı “Müslümanları dışlama talimatı” olarak değerlendirdi. Trump’ın sözde ‘terörizmi engelleme’ amaçlı bu hamlesi ABD’nin pek çok eyaletinde tepkiyle karşılandı ve “Hepimiz Göçmeniz” yazılı pankartlar eşliğinde çeşitli protestolara neden oldu. Bu durum küçük çaplı bir hükümet krizine dahi yol açtı. Zira Trump, göçmen yasağının hukuka uygun olmadığını belirten Adalet Bakanı Vekili ve Başsavcı Sally Yates’i bakanlığa ihanetle suçlayarak görevinden aldı. Onun yerine, kendi tezlerini destekleyen Virginia Eyaleti Savcısı Dana Boente’yi getirdi. Trump’ın bu müdahalesine karşı çıkan Demokrat Partili Senatör Patrick Leahy’nin “Yates, Trump’ın değil, halkın savcısı” açıklaması ABD’de duymaya pek alışık olmadığımız türden, ders çıkarılması gereken bir açıklamaydı.
ABD’de 11 Eylül 2001’den sonraki terör eylemlerinde en fazla rolü mülteciler değil, ABD doğumlular oynadı. Yani Trump’ın ‘tehlike dışarıdan geliyor’ iddiası gerçekleri yansıtmıyor.
Temsilciler Meclisi Başkanı Cumhuriyetçi Paul Ryan, Başkan’ın ABD’nin güvenliğinden sorumlu olduğunu hatırlatarak, partilileri Trump’ın getirdiği seyahat yasaklarını desteklemeye çağırdı. Ancak uygulamada yaşanan aksaklıklar konusunda o da temkinliydi. Cumhuriyetçilerin Senato’daki lideri Mitch McConnell ise genelde mültecilere, özelde Müslümanlara yönelik yasaklarla ilgili son kararı mahkemelerin vereceğini duyurdu. Bu açıklama, Amerikan sisteminin temel taşı olan ‘kuvvetler ayrılığı’nın önemini bir kez daha gözler önüne serdi. Başkan olarak, Trump’ın yetkileri son derece geniş olsa da asla sınırsız değil. Bugünlerde çeşitli vesilelerle sıkça örnek verilen Amerikan başkanlık sistemi, ‘denge ve denetleme’ (checks and balances) mekanizması üzerine kurulu. Bu nedenle de yargı, yürütme gücünü elinde tutan başkan ve kabinesinin üzerinde denetleyici bir güce sahip. Tıpkı yasamadan sorumlu Kongre’nin (Temsilciler Meclisi ile Senato) dengeleyici gücü gibi, bağımsız yargının rolü de Amerikan sistemini, başkanın alacağı keyfi kararlardan koruma ve gerektiğinde ona hesap verdirebilme amaçlı. Ayrıca Amerikan sisteminde başkanın federal yargıçları görevden alma yetkisi yok. Federal yargıçlar istedikleri kadar görevde kalabiliyor ve ancak Senato ve Temsilciler Meclisi’nin ortak kararı ile görevden alınabiliyorlar. Bu da yargıçları dış etkilerden arındırarak, onların siyasi baskılardan bağımsız karar almalarını mümkün kılıyor.
ANAYASAL KRİZ KAPIDA
Bu çok yönlü sistem sayesindedir ki Trump’ın mültecilere ve 7 Müslüman ülkeye yönelik tepki çeken kararnamelerinin ardından 4 farklı eyaletteki federal hakim, Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği’nin, ABD’deki havaalanlarında gözaltına alınan kişilerin sınır dışı edilmesinin geçici olarak durdurulmasını isteyen başvurusunu onaylayabildi. Kurumlar arasındaki anlaşmazlık nedeniyle devreye giren yargı, başkanlık kararnameleri de yasalara eş kabul edildiğinden, ‘Müslüman yasağı’ olarak tanınan kararnameyi denetledi ve iptal etti. Bu şekilde Trump’ın kararını By-pass eden pek çok mülteci ABD’ye yeniden giriş yapabildi. Son olarak Amerikan Federal Temyiz Mahkemesi de Trump yönetiminin 7 Müslüman ülke vatandaşlarına giriş yasağı getiren kararnamesini iptal eden mahkeme kararını haklı buldu ve Trump karşıtlarının elini güçlendirdi.
Bu karar, mültecilere yönelik yasağı bozduğu için, Trump’ın ‘sözde yargıç’ suçlamasının hedefi olan Washington eyaleti Federal Yargıcı James Robart için de bir rövanş niteliğinde. Çünkü Amerikan Dışişleri Bakanlığı Robart’ın kararı ile yasaklı ülke vatandaşlarına vize vermeye devam edeceğini ve mevcut vizeleri iptal etmeyeceğini duyurmuş, Amerikan İç Güvenlik Bakanlığı da kararnamenin yürütmesini durdurmuştu. Adalet Bakanlığı’nın Temyiz Mahkemesi’ne başvurusundan beklediği pozitif sonucu alamayan Trump ise kartları daha büyük oynamakta kararlı görünüyor. Attığı son tweetlerinden birinde yaptığı “Mahkemede görüşürüz, ulusumuzun güvenliği tehlikede” vurgusu, Trump’ın Temyiz Mahkemesi’nin kararını bu kez de Yüksek Mahkeme’ye taşıma niyetinde olduğunu gösteriyor. Bu durum ABD’de kuvvetler ayrılığı prensibiyle birbirinden bağımsız, ama sistemin işlemesi açısından birbirine oldukça muhtaç durumdaki yasama, yürütme ve yargı arasında önemli bir sürtüşmeye neden olabilir. Hatta bu sürtüşme anayasal bir krize dahi yol açabilir.
Tüm bu noktalar Trump döneminde yerleşik idari ve hukuki sistem ile başkan arasında zorlu bir mücadelenin başladığının kanıtı. Yeni başkanın aldığı kararların anayasaya uyup uymadığı konusu en büyük kırılma noktası. Trump muhalifleri, getirilen yasaklarla özellikle bir dini grubun (Müslümanların) hedef gösterildiği iddiasında. Bu nedenle de Trump’ın imzaladığı yasak kararnamesi ile Amerikan Anayasası’nın ilk 10 ek maddesini oluşturan Haklar Bildirgesi’nin (Bill of Rights-1791) “herhangi bir dini kuruma karşı yasa yapılmamasını” hükme bağlayan birinci maddesinin ihlal edildiğini dolayısıyla da anayasanın eşitlik prensibine aykırı bir şekilde ayrımcılık yapıldığını öne sürüyorlar. Göçmen karşıtları ise Amerikan Anayasasının başka ülke vatandaşlarına uygulanmasına gerek olmadığı görüşünde. Tartışmalı kararını 1952 tarihli göçmen yasasına dayandıran Trump ise “ülke çıkarlarına” zarar verdikleri iddiasıyla, başkanın “yabancıların” ABD’ye girişini askıya alma yetkisi olduğunu savunuyor. Ancak halkının çıkarı gereği terörizmin ABD’ye bulaşmasını engelleyeceğini öne süren Trump’ın iddialarını bilimsel verilerle desteklemek mümkün değil.
LİDERLİK ROLÜ TEHLİKEDE
BBC’nin elde ettiği rakamlara göre ABD’de 11 Eylül 2001’den sonraki terör eylemlerinde en fazla rolü mülteciler değil, ABD doğumlu vatandaşlar oynamış durumda. Dolayısıyla Trump’ın kitlelere sürekli empoze ettiği ‘tehlikenin dışarıdan geldiği’ iddiası gerçekleri yansıtmıyor. Ama sonuçta Trump’ın tüm seçim kampanyasını üzerine inşa ettiği alternatif olgular dünyasında ortalık birbirine tamamen zıt sözde bilimsel verilerle dolu. ABD’nin Trump dönemi ile gün yüzüne çıkan bu çelişkili hali, ülkenin uluslararası sistemde uzun zamandır oynadığı ‘liberal dünyanın liderliği’ rolünü de tehlikeye atmakta. Kuzey komşusu Kanada, göçmenleri kucaklayıcı tavrıyla bu boşluğu doldurmaya çalışsa da, bunun uluslararası sistemdeki rol dağılımında anlamlı bir karşılığı yok. Gözler otomatik olarak Avrupa Birliği’ne dönüyor. Ancak AB’nin kendi içinde yaşadığı varoluş sancıları, yükselen aşırı sağ ve Brexit tartışmaları “liberal dünyanın yeni temsilcisi” olarak Almanya’nın öne çıkmasına neden oluyor. The Independent gazetesi Merkel’i sadece Avrupa’nın değil, “özgür dünyanın” da lideri olarak lanse etti bile. Merkel yönetimindeki Almanya, Trump’ın göçmenlere yönelik kararlarının ABD’nin uluslararası vaatleriyle örtüşmediğine dikkat çekme cesaretini gösteren ilk ülkelerden biri oldu. Almanya’ya kabul ettiği Suriyeli mülteciler nedeniyle bir hayli başı ağrıyan Merkel, yaklaşan seçimlerde en büyük zorluğu bu konuda yaşayacak olsa da Trump’a özellikle Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ne işaret ederek uluslararası toplumun “insani nedenlerle savaş mağduru mültecileri kabul etmesi gerektiğini” hatırlatmış durumda.
Popülizme dayalı otokratik bir yönetimi hedefleyen ABD Başkanı Donald Trump’ın liberal demokrasi ve özgürlük ideallerini koruma ve geliştirme amacı yok.
Amerikan yasaları başkanın yetkilerini uluslararası anlaşmalar ve bunlardan doğan yükümlülükler bağlamında da denetleme hakkına sahip. Buna göre Amerikan Temyiz Mahkemesi, ABD’nin uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülüklerine uymayan bir kanunu veya başkanın bu yöndeki eylemlerini hükümsüz kılacak bir gücü elinde bulunduruyor. Özellikle din ve ırk ayrımcılığı yaptığı iddiası Trump’ın elini daha önce imza atılan uluslararası anlaşmalar nezdinde de bir hayli zayıflatıyor. Bununla birlikte, popülizme dayalı otokratik bir yönetimi hedeflediği görülen Trump’ın liberal demokrasi ve özgürlük ideallerini koruma ve geliştirme amacı zaten yok. “Beyaz ulusalcılardan” oluşan yeni kabine Trump’ın istediklerini kat be kat yerine getirebilecek sertlikte. Bunun için Senato’dan henüz onay alan yeni Adalet Bakanı Jeff Sessions’a bakmak bile yeterli, çünkü Sessions Trump’ın göçmen karşıtı hamlelerini şekillendiren isimlerden biri ve geçmişte ırkçı Ku-Klux-Klan örgütüne yakın olmakla itham edilmiş. Ku-Klux-Klan’ın eski lideri David Duke’ün bu atamayı “Amerika’yı geri kazanma projesinin ilk adımları” olarak nitelendirmesi gelecek aylarda Amerikan kamuoyunun yepyeni ve çok daha sert tartışmalara sahne olabileceğinin işareti.