Prof. Dr. Erdal İnönü’yü ilk ve son kez ODTÜ’de doktora öğrencisi iken 18 Mart 1996 tarihinde dinleme imkânım oldu. Tabii, televizyonlarda “seyrettiklerimi” saymıyorum. On bir yıllık öğrencilik yıllarımda ODTÜ Felsefe bölümünün gelenekselleşmiş güzel bir uygulaması vardı. Pazartesileri öğleden sonrasını konferans ve sohbet için ayırmak... O saate hiçbir hoca ders koymazdı. Bunun yerine konusunda otorite her kesimden bilim insanı, düşünür ve bazen de sanatçı davet edilir; öğrencilerin ve hocaların farklı kişileri bizzat dinleme ve tartışma imkânı sağlanırdı. Felsefenin ruhuna uygun bir uygulamaydı. Geriye doğru baktığımda, yetişmemde ve felsefe yapmanın zevkini tatmamda bu “Pazartesi Konuşmalarının” çok katkısı olduğunu daha iyi anlıyorum.
Mart olmasına rağmen, günlük-güneşlik bir gündü. ODTÜ kampusu her zamanki gibi cazipti. Yeşillenmeye başlayan doğa, baharın gelişini müjdeliyordu. Bir öğrenciyi baştan çıkaracak tüm cazip şeylere rağmen, kütüphanenin yolunu tutmuştum. Konferans kütüphanenin altında yer alan ‘Solmaz İzdemir Salonu’nda yapılacaktı. Bu haftaki pazartesi konuğumuz Erdal İnönü idi.
***
“Anılar ve Düşünceler” konulu konuşmasında “Bilim, Bilim Tarihi ve Felsefe”yle ilgili anılarını ve düşüncelerini bizlerle paylaşacaktı. Saat 15.00te sohbetin yapılacağı salona vardığımda alışılmışın dışında bir kalabalıkla karşılaştım. Erken gelmeme rağmen, orta yerlerde ancak yer bulabildim. Konuşmacı Erdal İnönü olunca, dinleyicilerin sayısı artmıştı. ODTÜ yönetiminden birçok kişi, eski meslektaşları, öğrenciler ve sosyal demokrat eğilimli hoca ve öğrenciler de dinlemeye gelmişti. Hatırladığım kadarıyla en kalabalık pazartesi konuşmalarından biriydi.
Erdal Hoca kürsüye davet edildi ve konuşmasına başladı. Öncelikle bir zamanlar rektörlük yaptığı bir üniversitede konuşmaktan duyduğu memnuniyeti belirtti. Bir kez daha akademisyen için en iyi sığınağın “akademik dünya” olduğunu belirtirken adeta kirlenen siyasi hayattan nasıl da usandığını ima ediyordu. Siyasi üslupta esprinin yokluğundan yakındı. Siyasilerin espri dilini bilmediğini veya bilerek kullanmadığını “gülerek” ifade etti. Sanırım ötesine “üslubu” izin vermiyordu. O gün dinlediğim birçok şey, vefatından sonra yazılan yazılarda ifade edildi. Bu nedenle bunları tekrarlamanın anlamı yok. Burada bana göre onunla ilgili bazı yeni şeylerini ifade edeceğim. Belki de felsefe bölümünde konuştuğu için bu konulara girdi.
Erdal Hoca aslında gençliğinde felsefeye ilgi duyduğunu gülümseyerek ifade etti: “Bir gün Savarona yatında yaz tatilini geçiriyorduk. Kant’ın bir kitabını almış, anlamaya çalışıyordum. Bu sırada peder bey geldiler. Ne okuduğumu sordu. “Felsefe” dedim.
Kitabı elimden aldı: “Şimdi fen zamanı. Felsefe zamanı değil. Felsefeyi emekli olunca okursun” deyip, gitti. Tabii kitap da gitti. O kitabı bir daha göremedim.”
Türkiye’nin kaderini belirleyen ve şekillendiren Milli Şef, oğlunun da geleceğini çoktan belirlemişti. Oğlu fen okuyacaktı. Bunun için de İTÜ’ye gidecekti. “Annem şiddetle karşı çıktı. Kesinlikle olmaz.”, “Ömer’i aldın, Erdal’ı vermem” diye ısrar etti. Her şeye çözüm bulan Milli Şef, buna da çözüm bulur. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel aranır. Hemen o yıl Ankara Üniversitesine bağlı Fen Fakültesi kurulur ve Erdal Bey buraya devam eder. Erdal Hoca, fakültedeki eğitim yıllarını anlatırken, aynı zamanda ülkemizdeki bilim tarihinin gelişimini de anlatıyordu. Bu bağlamda birçok konuya temas ediyordu. Salona baktığımda, herkes onu ilgiyle izliyordu. İyi bir hoca olduğundan şüphe yoktu.
Fizik biliminin tarihsel gelişimini ve bu konudaki birikimini anlatırken, metafizik alana girdi. Tanrıyla ilgili zimnen bir şeyler söyledi. Yanımdaki öğrencinin tepkisi olmasaydı, belki de bu konuyu böylece geçiştirecekti. Ancak felsefe bölümünün en ukala (olumlu anlamda kullanıyorum!) öğrencilerinden biri Erdal Hocanın üslubundan rahatsız olmuştu. Konuşmadan sonra tartışma ve sorular için vakit varken, genç arkadaşımız beklemeden oturduğu yerden konuşmaya başladı. Kolunu yanındaki kız arkadaşının omzuna atmış bir vaziyette “Hocam, bir dakika. Metafizikten bahsederken, sanki Tanrı varmış gibi bir imada bulundunuz? Yoksa yanlış mı anladım?”
Erdal Hoca her zamanki gülümsemesi ile “Evet, doğru anlamışsın. Ne var bunda?”
Öğrenci istifini bozmadan, Hocanın büyük bir açığını yakalamış gibi: “Doğrusu size yakıştıramadım. Bir bilim adamı olarak olmayan bir şeyi nasıl ima edersiniz? Dahası sosyal demokratların lideri olarak nasıl böyle bilim dışı bir şeye inanabilirsiniz? Hele hele İsmet İnönü’nün oğlu olarak!”
Erdal Hoca yüzünde tebessüm, eli kız arkadaşının omzunda, ayak ayaküstüne atmış oturduğu yerden kendine bunları söyleyen öğrenciyi sabırla ve gülümseyerek sonuna kadar dinledi. O sırada salona baktım, başta kendim olmak üzere, çoğumuz bu laubali üsluba kızmıştık. Konuşmanın sonu beklenebilirdi. Ama Erdal Hoca hiç alınmadı. Gülümseyerek ve bütün içtenliğiyle şu cevabı verdi:
“Arkadaşım! Ben de sizin gibi gençken ve yanımda da böyle güzel bir hanım varken, bu soruları takmıyordum. Ancak şimdi öyle değil. Yaşlandık. Akşam yatağa girerken, sabaha çıkıp-çıkmayacağımdan emin değilim. Sevgili eşim Sevinç’e çaktırmadan bakıyorum. Yarın tekrar görüşebilecek miyiz? Hangimiz önce gidecek? Dahası öldükten sonra ne olacak? Toprağın altında çürüyüp gidecek miyim? Ama ben yok olmak istemiyorum. Tanrı yoksa da olmasını istiyorum. Yok olmayacağımı düşünmek bana huzur veriyor.”
***
Daha sonra konuyla ilgili bir anısını anlattı.
“1947 yılında Fen Fakültesinden mezun olunca doktora için Amerika’ya gitmiştim. Bir kimya hocamız vardı. Kendini Einstein’ın kimyadaki benzeri görür ve her şeyi kimya ile çözeceğine inanırdı. Bu bağlamda sık sık Tanrı kavramının da insanın acizliğinden kaynaklandığını söyler; kimya iyi anlaşıldığında Tanrı’ya ihtiyaç kalmayacağını güçlü bir şekilde izah ederdi. Sınıftaki dindar Hıristiyan ve Yahudi arkadaşlarımız hocaya şiddetle itiraz ederlerdi. Ama kimya hocamız sabırla onları bilimsel olarak ikna etmeye çalışırdı.
Bir arkadaşımız “Hocam! Tanrıya inanan ve Tanrı hakkında yazı yazan birçok bilim insanı var. Bunu nasıl izah edersiniz?” dedi. Hoca hiç tereddüt etmeden ve kendinden emin bir tavırla “Çok kolay. İnsanlar yaşlandıkça, metafiziğe ve dine yöneliyorlar. Bir arayışa giriyorlar. Bundan kaynaklanıyor. Yaşlılık psikolojisi” diye cevap verdi.
Yıllar sonra Erdal İnönü hocasıyla yeniden karşılaşmış. Bir konferans için gittiği Amerika’da bir otel lobisinde otururken, hocasının koltuğunun altında bir kitapla asansörden çıktığını görmüş. Gidip hal-hatır sormuş. “Hocam yaşlanmış ve saçları da ağarmıştı. Koltuğunun altındaki kitabı sordum”.
“Yeni yayınlanan kitabım” deyip, bana uzattı. Baktım, Tanrıyla ilgili bir kitaptı. Gülümseyerek “Hocam, Tanrı hakkında kitap yazdığınıza göre siz de yaşlandınız demek. Bize yıllarca önce derste söylediklerinizi hatırlıyor musunuz?”
***
“O zaman çok iddialı ve mağrur konuşmuşum. Genelde bilimin ve özelde kimyanın her şeyi çözeceğini sanmışım. Bu yaşa gelince ve tüm edindiğim bilgi, birikim ve tecrübelerimden sonra olaya bakınca yanıldığımı daha iyi anlıyorum. Bilimin ve bilgimizin sınırları konusunda ise daha mütevazi olmamız gerekiyor. Kitabımda bunları ve Tanrı’yı anlatıyorum. Bir bilim adamı olarak bu kadar yıl sonra ulaştığım sonuçları ve tecrübelerimi paylaşıyorum.”
“Ben de hocama katılıyorum. Bu kadar deneyimimden ve birikimimden sonra bilim, din ve Tanrı konusunda daha ihtiyatlı konuşmamız gerektiğine inanıyorum”.
Dini eğitimini bir yana bırakın, genç Erdal’ın merak duyduğu felsefe kitaplarını okumasına bile “peder” müsaade etmez. “Emekli olunca felsefe kitaplarını bol bol okursun. Şimdi Fen zamanı” dermiş. Erdal Bey dini bir eğitim almamasının eksikliğini siyasete atılınca daha iyi anlar. Başbakan Yardımcısı olarak dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ile Şanlıurfa’ya giderler. Günlerden cumadır. Dergâh Camii’ni ziyaret öğle vaktine denk gelir/getirilir. İslamköylü Süleyman kolları sıvar ve abdest almaya başlar. Cuma namazını kılacaktır.
Erdal Bey ise yakıcı güneşten korunmak için bir gölgeliğe sığınır ve Süleyman Bey’i beklemeye başlar. Ancak CHP Şanlıurfa örgütü huzursuz ve rahatsızdır. Sonunda Erdal Beye gidip “Sn. Genel Başkanım! Urfa dindar bir şehirdir. Süleyman Bey camiye girip namaz kılarsa ve siz girmezseniz kimse bize rey vermez” derler.
Erdal Bey örgütün verdiği mesajı alır. Abdest alıp, namaz kılması gerekmektedir. Ama nasıl yapacağını bilmediğini “gülümseyerek” anlattı. Abdestini almakta olan Süleyman Bey’e gider. Süleyman Bey “hayırdır” der. Erdal Bey “Örgüt benim de namaz kılmamı istiyor. Ama bilmiyorum” der.
Demirel’de çözüm çok. “Ben ne yapıyorsam aynısını yap. Hepsi o kadar” der.
Erdal Bey denileni yapar ve örgüt rahatlar.
***
Ancak ODTÜ’de bunu espriyle anlatırken aynı zamanda din eğitimi ile ilgili önemli tespitler yapmıştı. Bir insanın içerisinde doğduğu ve mensubu olduğu dinin temel bilgilerine sahip olması ve dini pratikleri öğrenmesi gerektiğini söylemişti. Ancak insanların dini bir hayatı seçip seçmemeleri/yaşayıp yaşamamaları kendi tercihleri olmalıydı. Aslında ünlü bilim adamı ve Erdal beyin yakın arkadaşı olduğunu yine kendisinden öğrendiğimiz Şerif Mardin’in dedesi de Erdal Bey gibi düşünmüş. Erdal Hoca daha sonra tekrar konuya döndü ve konuşmasını bitirdi. Sorulan sorulara da tüm içtenliğiyle ve gülümseyerek cevaplar verdi. Salondan çıkarken Erdal Hocanın söyledikleri hala kulaklarımda çınlıyordu: “Tanrı yoksa da, olmasını istiyorum. Öldükten sonra yok olmak istemiyorum.”
Sevgili Hocam!
Bilirsiniz! ODTÜ’de herkes birbirine “Hocam” der. Ama siz iki saatliğine de olsa hocam oldunuz. O gün sizden çok şey öğrendim. Teşvikiye Cami’nin avlusunda musalla taşında sizi son yolculuğa çıkmış gördüğümde de çok etkilendim. Bilinmeze doğru yola çıkmıştınız. Ama inanan biri olarak yola çıktığınızı görmek beni rahattı. Zira tüm inanan insanlar gibi dini merasimin yerine getirilmesini bekliyordunuz. Tanrı’ya inanmasaydınız, orada olmazdınız.
Bunu söyleyecek ve vasiyet edecek zamanınız da cesaretiniz de vardı. Ama bir mümin gibi yolculuğa çıkmayı yeğlediniz.
Güle güle hocam!
Allah sizi amellerinize, niyetlerinize göre mükâfatlandırsın.