Hayır dostlar, hayır! Arkadaş çevremde benim adımla adeta özdeşleşen Malta’dan değil, Türkiye’nin en batı ucundaki saklı bir cennetten, Gökçeada’dan söz ediyorum.
Son Türkiye ziyaretimde üç günlük bir imkân bulup, plansız programsız ailemle birlikte ziyaret ettiğim Gökçeada beni gerçekten büyüledi. Uslanmaz bir ada aşığı olan ben, henüz Gökçeada girişindeki “Yavaşlayın Gökçeada’ya geldiniz” tabelası ile doğru adreste olduğumu anladım.
Ada sakinleri takdir edecektir, ada yaşamının kendine mahsus bir temposu var. Şehirlilerin tembellik deyip kestirip atacakları türden bir yavaşlık. Oysa bu yavaşlığın sebebi eni konu dört tarafınızın denizlerle çevrilmiş olmasından hareketle bir teslim oluştan ibaret. Anakara ile bağlantınız tabiatın buyurgan keyfine bağlıdır. Ha dediğiniz zaman gidemez, ha dediğiniz zaman bir şey getiremezsiniz. Bu insana elindeki ile yetinmeyi, sabırla beklemeyi öğretir.
Ekşi Sözlük’de Gökçeada hakkında yazılan muzip girdilere bakarsanız, “denizi olmayan tek ada” girdisine muhtemelen ilk bakışta bir anlam veremeyeceksiniz. Yerleşimin daha çok iç kesimlerde yoğunlaşmasının sebebi adanın rüzgarları. Zaten adanın 1970’deki resmi değişiklik öncesi Rumca olan adı İmroz (ya da İmbroz) rüzgarlı ada anlamına geliyormuş.
Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyesi’nde de ada bu isimle anılıyor. Rumca rüzgarlı ada demek olduğunu da bu maceramdan sonra öğrendim.
Adanın merkezinde bulunan Efi kurabiyeleri ile meşhur pastane adaya mahsus harika bir marka yaratmış. Kurabiyelerin tadı hala damağımda. Efi muhtemelen Eftalya isminden geliyor. Pastanenin sahibi beyefendi çocukluğunun bayramlarında ikram edilen tadı bulmak için kapı kapı dolaşıp, sonunda bu tarifi Madam Efi’den aldığı için kurabiyeye bu adı vermiş.
Kendisi de Gökçeadalı olan Rum Ortodoks Kilisesi Patriği Bartholomeos Beyefendi'nin hala adada bulunan evinin yanındaki Gökçeada Evleri isimli daimi resim sergisi de görülmeye değer yerler arasında.
Gökçeada’da şehrin dağdağasından kaçmış pek çok kişi ile tanıştım. Hepsi de günün sonunda ne teknolojinin, ne de plazalardaki tek renkli yaşamın insan ruhunun o derinlerden gelen sesine cevap veremediğini farkedip, çareyi kendine dönmekte bulan kimselerdi.
Gökçeada’ya esas ziyareti ise dönüşümden hemen sonra Karar gazetesi kitap köşesinde rastladığım Rüyaların Öldüğü Ada isimli romanla yaptığımı söyleyebilirim. Konca Altan tarafından kaleme alınan roman gerçek bir hikâyeye dayanıyor, Madam Maria ve ailesi etrafında örülen bir son dönem İmroz tarihi diyebiliriz. Her ne kadar son dönem olsa da flashbackler ile sık sık adanın diğer sakinleri ve dolayısıyla farklı tarihsel kesitlere de kısa yolculuklar yapıyorsunuz. Yunanistan ve Türkiye arasındaki kısır çekişmelerin bir cenneti nasıl gün be gün çorak bir yere çevirdiğini kitap sayesinde görebilmek mümkün. Kitabı boğazımda bir düğüm, kalbimde buruk bir acı ile bitirdim.
Konca Altan da adaya yukarıda zikrettiğim sebeplerden ötürü göç etmiş bir kadın mühendis. Kendisini sorgular gözlerle süzen komşusu Madam Maria ile tanışıklığı, kalplerin birbirine açılması ile devam etmiş. Muhteşem bir roman ile de ölümsüzleşen bu hikâyeyi okuduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Nasip olursa bir gün Gökçeada’yı tekrar ziyaret edersem, Allah ömür verirse Madam Maria ile de tanışmayı arzu ediyorum.
Hazin bir hikâye. Yunanistan ve Türkiye arasındaki siyasal çalkantılar adada pek çok sarsıntıya sebep olmuş. Ada, önce Rum okullarının Türkçe eğitime devam etmesi kararı ardından istimlaklar ve yarı açık cezaevinin adaya açılması gibi gelişmelerle yavaş yavaş Rum nüfusunu kaybetmeye başlamış. Ahalisinin çoğu Atina ve Selanik’e göç etmişler. Avustralya ve Afrika da bazı İmrozluların yeni adresi olmuş.
Bu süreçte oğlu Kosta’yı okutmak için Atina’ya göç eden Madam Maria’nın eşi Alex’e yazdığı mektupların “İmroz diye bir adres bulunmamaktadır.” ibaresiyle geri dönmesi kitapta anımsadığım en hazin sahnelerden.
Siyasi didişmelerin neden olduğu Türkleştirme politikasının adada hangi zenginlikleri yok ettiğini, mazide tatlı bir hatıra olarak kalan adalıların o şenlikli yaşamlarını üzülerek okudum. Kendimi İmroz’un yüreği örselenmiş bir sakini gibi hissettim.
İnsan hikayelerine odaklanan bu tarz çalışmaların daha çok yazılmasını ve okunmasını canı yürekten diliyorum. 6-7 Eylül ile İstanbul’un zenginliğini tarumar eden fırtına, maalesef birkaç on yıl sonra İmroz’u da vurmuş; rüzgarlarıyla ünlü ada maalesef bu fırtınaya dayanamamış. Neyse ki o günlerden bugünlere kalan birkaç köy, gönüllülerinin devam ettirdiği bazı çalışmalar mevcut.
Hasılı Gökçeada seyir günlüğümde tatlı bir hatıra olarak kaldı. Uzun zamandır boynu bükük bıraktığım bu köşede, Her ne kadar kendisi yürek burksa da, Gökçeada’nın hikâyesi ile gönül almak istedim.