Ne yalan söyleyeyim bir süredir Türkiye’deki haberleri takip etmiyor, etrafımda konuşulduğunda da sükut ile mukabele ediyordum.
Ta ki geçtiğimiz haftanın başında Türkiye’de yeniden barış konuşulana dek.
Toplumsal barışın düşü bile hafta boyunca parmak uçlarımda gezinmeme yetti. Uzun süredir belki de ilk defa arkadaş sohbetlerinde sıra bana geldiğinde uzun uzadıya gevezelik yapmış olabilirim. Çevreme verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür diliyorum.
Bu köşede teknoloji yazıları okumaya alışan, beklentileri de o yönde olan okurlarımızın da affını rica ediyorum.
Ama barış öyle büyülü bir şey ki, ekmek gibi su gibi bir ihtiyaç. Barış olmadı mıydı makinelerimiz ne kadar hızlı ve akıllı olursa olsunlar, ancak birbirimize düşmanlıkta kullanacağımız yeni model silahlar olarak kalacak. Yeryüzünü bir barış yurduna dönüştürme ödevinde sınıfta kalacağız. Barış yurdunu inşa etmek tüm iyi insanların görevi.
Siyasilerin hafta boyunca yaptıkları açıklamalar yüreğime gerçekten su serpti. Özellikle de ana muhalefet partisi genel başkanı Özgür Özel Bey’in Diyarbakır ziyaretindeki basına kapalı toplantıda söylediği sözler, tarafların bu işe iyi niyetle baktıklarının -acizane- benim için bir delili oldu.
Ezcümle Özgür Özel Bey, partisinin oylarını azaltacak olsa da tarihin doğru tarafında olmak namına bu süreci destekleyeceklerini belirtmiş.
Nihayet bağcı dövmek değil, inşaallah, gerçekten üzüm yiyebileceğiz diye düşünmeye başladım ki Hazreti Pir Mevlana Celaleddin Rumi’nin Mesnevisi’ndeki “Üzüm” hikâyesi aklıma geliverdi.
Biri Acem, biri Türk, biri Arap, biri Rum dört dilenci bir tekkenin kapısında dururlar. Acaba içerideki sufiler bize yardım ederler mi diye kendi aralarında mırıldanmaya başlarlar. Derken içeriden çıkan bir sufi hepsine para verir, yardım eder.
Tıpkı hazreti Mevlana’nın diğer hikâyelerinde olduğu gibi hikâyedeki her unsurun da bir sembol olması hasebiyle ellerine küçük bir dünyalık geçen dilenciler, nihayet konfor zonuna ulaşırlar. Maslov’un ihtiyaç piramidinde bir basamak daha çıkarak bu defa başka sorunları gündeme getirirler.
Paralarını birleştirmekte karar kılan bu dört kişi, tıpkı Anadolu toprağında olduğu gibi kader birliği yapmaya karar veren ahalimizi remz ediyor.
Artık ortak bir varlığa kavuşan bu dört kişi bu defa şahsi arzularını dile getirmeye; bu para ile ne yapsak diye düşünmeye başlarlar.
Acem bu parayla “engür” alalım der. Arap ne engür’ü, “inab” alalım diye tutturur. Türk “üzüm” diye bastırır, Rum “ne engür, ne inab ne de üzüm, istafil hepsinden iyi.” der.
Kader birliği, imkân birliği yapmış bu dörtlü birden kavgaya tutuşurlar. Bir türlü isteklerinde anlaşamazlar. Yoldan geçen bir bilge kavgalarını görüp, yanlarına yanaşıp anlaşmazlıklarının nedenini sorar.
Acem “engür” istediğini, Arap “inab”’daki inadını, Türk “üzüm”deki ısrarını, Rum istafil’deki kararlılığını dile getirir.
Bilge durumu anlayıp, gülmeye başlar. Durun ben hepinizin istediğini alayım, hepiniz muradınıza erin diyerek üzüm alıp getirir.
Hikaye bu ya Acem’in, Arap’ın, Türk’ün, Rum’un farklı farklı sözcüklerle dile getirdiği arzuları “üzüm” imiş. Engür de inab da istafil de aslında bu kimselerin dillerinde üzüm manasına geliyormuş.
Kendi yankı odalarımızın, kendi kapalı devre yayınlarımızın diliyle konuşmaya devam ettikçe birbirimizi anlayamıyor, belki de ortak olan arzularımızı birbirimizle gerçek manada paylaşamıyoruz.
Devlet Bahçeli’nin cesur çıkışıyla yarım asırlık bir meselenin çözümü için güçlü bir adım atıldı.
Tüm taraflar, en azından şimdilik, dertlerinin “üzüm” olduğunu beyan ediyorlar.
En büyük duam bu sürecin bağcı döverek değil, üzüm yenerek hayrla neticelenmesi.