Bir Güleryüz, bir sevecenlik, bir şefkat, bir mutluluk, Yunus Emre’den bahseden insanların yüzlerinde.
“Sevgili Yunus’umuz bakın ne söylüyor, Gelin tanış olalım, sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”
Bu yüz şekli hoşuma gider. Suya sabuna dokunmamanın rahatlığı o yüzdedir. Zülf-i yâre de bir hiçbir halel gelmez. Üstüne üstlük, bütün güzel hisleri kendi hesabınıza kaydetmenin konforu...
Yunus, bizim kültür varlıklarımız içinde imtiyazlı bir yerdedir. Pir Sultan Abdal veya Hacı Bektaş-ı Veli gibi her hangi bir ‘taraf’a tescil veya temlik de edilmemiştir. Hepimizin ‘müşterek’idir.
Yunus Emre’yi tahfif ettiğimin düşünülmesini istemem.
Hemen ikrar edeyim. Yunus Emre, Türk şiirinin en büyüklerindendir.
Yunus, bir ‘sehl-i mümteni’ hazinesidir.
Nedir sehl-i mümteni?
Sehl: kolay. Mümteni: İmkansız.
Basit görünüyor. Herkes söyleyebilirmiş gibi basit. Ama söyleyemiyorsun.
Karmaşık, ulaşılması, erişilmesi çok zor bir ‘anlam’ı, su gibi dupduru bir lisanla ifade ediyorsun.
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.”
Var mı başka ‘babayiğit’ bu mısraları bu kolaylıkta söyleyecek?
Yoktur. Varsa da ben rastlamadım.
Yazımın başında ‘beşuş’ bir çehreden bahsettim. Şundan.
O çehre, Yunus Emre’nin mısralarındaki ‘suhulet’le iştigal edebilir. Suhuletin arkasındaki giriftlikten bihaberdir.
Zaten, o giriftlikten haberi olsa sırıtmaz.
“Bir garip öldü diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin.”
Ne kadar temiz. Ne kadar derin. Bir o kadar da ‘kolay.’
Garipliği, bu kadar güzel ve bu kadar etkili ifade eden var mıdır şiirimizde? Belki vardır. El elden üstündür.
Hem biliriz, hem söyleriz.
“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ide bir söz.”
Veya,
“Beni bende demen, bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeri.”
Evet, bu kolaylıkların ‘derun’unda bir başka Yunus vardır.
Ben, bu Yunus’a vakıf olduğumu düşünmüyorum.
Zor, vakıf olmak.
Bir ipucu vereyim.
“Çıkdım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu.”
Erbabı, şöyle izah eder bu mısraları. Aklımda kalanı yazayım. Bilenler için tekrar olacak, beni mazur görsünler.
Erik, çekirdekli bir meyvedir. Dışı yenir, çekirdeği atılır.
Bu haliyle erik, amelin zahirine işarettir.
Üzüm, içli bir meyvedir. Amelin batınına işarettir. Ama içinde, eriğinki gibi büyük değil, küçücük, riya çekirdekleri bulunur.
Ceviz ise, ‘hakikat’e misaldir. Kabuğunu aşıp içine gerdin mi, hepsi yenir.
Burada Yunus, kendi ‘süluk’unu anlatmış oluyor.
Yani, basit bir ağaca çıkma hikayesi değil anlattığı.
Bunu anladık diyelim.
Şunu nasıl anlayacağız?
“Kalu bela söylenmeden, tertib düzen eylenmeden
Hak’tan ayrı değil idim ol ulu divandayıdım.”
Bu şiir –şiir kelimesinin yeterince doğru bir adlandırma olup olmadığından emin değilim- baştan sona düz mantığı, alelade bilgilenme şekillerini aşan mısralar içeriyor.
“İsmail’e çaldım bıçak, bıçak bana kar etmedi
Hak beni azad eyledi, koç ile kurbandayıdım.”
“Ali ile vurdum kılıç, Ömer ile adl eyledim
On sekiz yıl kaf dağında, Hamza’yla meydandayıdım.”
Ne diyelim? Vahdet-i Vücut mu?
Bence ‘Vahdet-i Vücut’ bir ‘indirgeme’ olur. Yunus Emre’yi anlamaya çalışırken istifade edilebilir ‘Vahdet-i Vücut’ tanımlarından.
Ancak ‘Vahdet-i Vücut’ adlandırması, bu terkip ile kastedilen manayı dahi ifade etmekte yetersiz ve noksandır.
Yunus Emre’nin şiiri Türkçe’nin en girift şairidir.
Henüz anlaşılmamıştır.
Anladığımız, sadece bir kısmıdır.