Biz ne bilirdik ki yolsuzluğu? Gözü açılmadık sığırcık yavrusuyduk!
Bir memurun iş görmek için vatandaştan bir miktar para alma ihtimalini ancak böyle bir kötülüğü düşünmenin bile içimize düşürdüğü korku eşliğinde tahayyül edebilirdik.
Ama ne kötü bir memur. Utanmaz, arlanmaz!
Böyle bir mahluk her yerde bulunabilir mi?
Bulunmaz her halde. Nadirattandır.
O yolsuzluğu yapan memur da nasıl bakar arkadaşlarının yüzüne?
Arkadaşlarının yüzüne baktı diyelim, nasıl bakar çoluğunun çocuğunun yüzüne?
Nasıl yedirir, yolsuzluk parasıyla aldığı ekmeği karısına, oğluna, kızına?
Zor iş. Zor olduğuna göre yaygın değildir.
Zannederdik.
Sonra trafikte hatalı-hatasız sürücülerden çorba parası istendiğini görmeye başladık.
Şöyle bir efsane dolaşırdı:
Beni gümrükte memur yap, maaş istemiyorum. Hatta devletin vereceği maaşı ben sana vereyim.
Vay anasını!
Orada herkes aynı. Toplum da kabul etmiş. Belki yoktur o kadar arkadaşının yüzüne bakamama sorunu.
Tencere dibin kara, seninki benden kara.
Fakat, ya çoluğundan çocuğundan çıkarsa?
Var mıdır öyle bir illiyet? İrtikap ettiğim bir kötülükle başıma gelebilecek bir felaket arasında?
İnsanlar Allah’ın alemi nasıl halk ettiğine, olaylar, olgular arasında nasıl bir illiyet kurduğuna dair çok az bilgiye sahip.
Belki de vardır.
Doğrudan doğruya böyle bir illiyet kurmadan temiz olabilirsin, kendini temiz tutabilirsin. Hatta böylesi daha iyi.
Ama bu illiyeti kurarak ve bu illiyetten korkarak da temiz olabilirsin.
Ya da ahiretten, Allahu Teala’nın hesap sormasından korkarak.
Temizlik temizliktir ve iyidir.
Fakat o kadar cüretkarız ki… Lüzumu halinde Allahu Teala’yı kurduğumuz düzene ortak etmekten de utanmayacak hale gelebiliyoruz.
Derken, siyasette de bu tür yanlış işlerin yapılabildiğine aklımız ermeye başladı.
En çok konuşulan Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’di. Zamanla Demirel’in aile fotoğrafına başka isimler de girmeye başladı.
Bu arada toplum de belli bir seviyeye geldi galiba.
Çünkü Turgut Özal’ın “Benim memurum işini bilir” demesinden kimse paniğe kapılmadı, bıyığı olanlar bıyık altından, olmayanlar burun altından güldü.
Bir ara, bir bakanın, İsmail Özdağlar’ın UM Denizcilik’in sahibi Uğur Mengenecioğlu’ndan 25 milyon lira rüşvet aldığı duyuldu.
Özdağlar yargılandı. Rüşvetten değil de görevi kötüye kullanmaktan suçlu bulundu ve ceza aldı.
Benim bildiğim yolsuzluktan ceza alan siyasetçi odur.
SHP’li belediyenin İSKİ yolsuzluğu hala dillere destandır. İstanbul’da SHP’yi bitiren bu yolsuzluktur.
O günleri hatırlıyorum. 1 liralık somunu ya da metal aksamı faturaya 5 lira yazmak türünden bir şeydi. Topladığın zaman yüksek bir paraya baliğ oluyordu. Miktar hatırımda yok. Ama birkaç milyon dolar vardır. Zamanın İSKİ Genel Müdürü Ergun Göknel 5 sene hapis yattı. Müteakip seçimlerde SHP’nin Büyükşehir’deki oyu yüzde 35’ten yüzde 20’ye düştü.
Demek ki o zamanlar yolsuzluk oy kaybettiriyormuş.
Bunlar tabii son yıllarda yapılan yolsuzluk içtihatlarına emsal teşkil etti. “Ötekiler de yapıyor.” Bir tür fıkhi terakki!
Tabii yolsuzlukları kayda geçirmek zor. Alan razı veren razı olunca kimseyi itham edemiyorsun.
Fakat bir gün benim de bulunduğum bir mecliste bir müteahhit belediyeden iş almak için ‘yüzde 10’ rüşvet verdiğini söyledi.
Ben de merak ediyorum. Teorik olarak insanların rüşvet alıp verdiğini işitiyoruz da fiiliyatta nasıl alınıyor, nasıl veriliyor?
Sordum, anlattı.
“O zamanın parasıyla 7,5 trilyonluk bir iş. 750 milyar rüşvet vermen gerekiyor. O kadar param yok, gittim kredi çektim.”
“Güzel de bir çanta aldım. 750 milyarı çantaya yerleştirdim.”
“The Marmara’da buluştuk. Oturduk, sohbet ettik, çay kahve içtik.”
“Sonra ben oradan çantasız olarak çıktım. Çanta güzeldi, çantaya çok acıdım.”
Bu, benim birinci ağızdan dinlediğim ilk yolsuzluk hikayesiydi.
Çok etkilendim. Çok da üzüldüm.
Tabii sonradan teknoloji ilerledi. Yeni yöntemler gelişti.
Yolsuzluk ufkumuz genişledi.