Böyle bir sual doğal olarak itikadi tartışmalara kapı açar.
‘Hristiyanların yeni yılı niye kutlu olsun ki, bize ne’ diyenler çıkar.
Ama hangimize sorulsa bugünün tarihi, 1 Ocak 2020 deriz.
Bildiğimiz 2020.
Güzel olsun mu 2020?
‘İleriki yıllarda, 2020 güzel bir seneydi, şöyle şöyle hayırlı kapılar açıldı, şu, şu, şu dertlerden kurtulduk, felaha erdik’ diyeceğimiz kadar güzel.
Olsun mu?
Din diyanet gözetmeden, bizimki de, Hristiyanlarınki de, Mayalarınki de, Çinlilerinki de... Kutlu, güzel, esenlik içinde geçsin mi?
Geçsin tabii, niye geçmesin.
Yani mümkünse güzel olsun. İnsanlar, bu sene ve gelecek senelerde mutlu olsun.
Ama nasıl?
Herkesin kafası bozuk.
Ve kafası bozuk olanlar başkalarının da kafalarının bozulması için uğraşıyorlar.
Öfkeli olmamız gerekiyor.
Diş bilememiz gerekiyor.
Burnumuzdan solumamız, kaşlarımızı çatmamız.
Kime karşı?
Kafası bozuk olan büyüklerimizin işaret ettiği taraflara karşı.
Dünyayı daha güzel yapabilirdik aslında.
Kötülükler, kötülerin de menfaatine değil.
Yaptığı kötülüğün ceremesini kötü olan da çekmek zorunda kalıyor sonunda.
Fakat kötülük bir gıda. Bazı insanlar o gıdayı bulamayınca, yiyemeyince, bunalıma giriyorlar, hayattan beziyorlar.
Bu yazıya başlamadan birkaç saat önce Semerkant’ın, Doğu’nun Limanları’nın, Afrikalı Leo’nun, Tanios Kayası’nın, Ölümcül Kimlikler’in, Çivisi Çıkmış Dünya’nın yazarı Amin Maalouf’un yeni kitabına “Uygarlığın Batışı”na biraz göz gezdirdim. (YKY, çeviri Ali Berktay.)
Bir edebiyatçının bakışı, bir sosyoloğun, bir tarihçinin, bir matematikçinin bakışından lezzetlidir.
Ya da ben edebiyatı sevdiğim için bana öyle geliyor.
Kitabın sonuçta ne söyleyeceğini henüz bilmiyorum. Daha başlardayım.
Ama, girizgahından, tarzından, hatta kitabının adından, içinde yaşadığımız zaman için güzel şeyler söylemeyeceği anlaşılıyor.
“İnsanlık gözlerimizin önünde başkalaşıyor” diyor Maalouf, “Serüveni hiç bu kadar vaatkar ve hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı.”
Biliyorsunuz, Lübnanlıdır Maalouf. Dinlerin, kültürlerin, uygarlıkların harman olduğu yer Doğu Akdeniz.
“Eğer farklı ulusların ve tektanrıcı dinlerin mensupları dünyanın bu bölgesinde birlikte yaşamaya devam etseler ve yazgılarını uzlaştırmayı başarsalardı, tüm insanlık ahenk içinde bir arada yaşama ve refah konusunda ilham alabileceği, yolunu aydınlatacak anlamlı bir model bulmuş olacaktı. Ne yazık ki bunun tam tersi cereyan etti, nefret ağır bastı, birlikte yaşama konusundaki yetersizlik kural haline geldi.”
“Doğu Akdeniz’in ışıkları söndü. Sonra karanlık gezegene yayıldı.”
Afganistan’ın, Yemen’in, Lübnan’ın, Irak’ın, Suriye’nin, Mısır’ın, Cezayir’in (Filistin hariç; ben doğdum doğalı zulüm kesintiye uğramadı Filistin’de) nispeten sakin olduğu seneleri, ben de biraz hatırlıyorum.
Az bir kısmına yetiştim.
Çok mu iyiydi o yıllar?
Ne gezer!
Ya bugünkü halleri?
Suriye’ye bakın, Irak’a bakın, Yemen’e, nereye bakarsanız bakın.
Uzun uzun tasvir etmeyeyim. Berbat!
Ortadoğu’nun kadim ve medeni şehirlerinden bir kaçını antik adlarıyla sıralıyor Maalouf. Sonra diyor ki...
“Bu yerlerin en kadim uygarlıklarının mirasçısı olan sakinleri, tıpkı bir deniz kazasından sonra olduğu üzere, sallara binmiş kaçıyorlar.”
İnsanlığın, bu korkunç hallere nihayet verecek bir eczayı keşfetmesini isterim.
Bu sene, gelecek sene, beş sene, on sene, yüz sene sonra iyiliğin, selametin, esenliğin galip gelmesini isterim.
Sadece kendimiz için değil, başkaları için de...
Fakat kabiliyetlerimizi tam aksi istikamette kullandığımızı esefle görüyorum.
Ümitsiz miyim?
Ortalıkta ümit verici bir işaret görmememe rağmen, ümitsiz değilim.
Yeryüzünde iyilerin kötülerden daha çok olduğunu düşünüyorum.
Kötülerin, kötülüğün gürültüsü iyiliğin sessiz güzelliğini bastırıyor.
İyilerin iyiliği sebebiyle, beklemediğimiz bir yerden bir Rahmet kapısı açılabilir.
Bu sene ve daha sonra... Kötülüğün gürültüsüne pabuç bırakmadan iyi olmaya devam etsin iyiler.