Gözümle ilk gördüğüm darbe 12 Mart’tı. Televizyon yoktu. Radyolar ve gazeteler yazmıştı.
‘Anarşist’ diye bir tür çıkmıştı ortaya. Bazı eylemler yapmışlardı.
Rahmetli dedem, ‘Anaşıt’ diyordu Anarşist’e. Bizim köylüler de öyle.
Biz, yanlış telaffuz ettiğini anlatmaya çalıştık. Ama bir türlü ‘anarşist’ dedirtemedik.
En fazla, ‘anarşırt’ dedirtebildik. Tabii ki külfetli bir söyleyişti. Diğer köylüler gibi ‘anaşıt’ demeye devam etti.
Neydi ‘anaşıt?’
Kötü bir şeydi.
Saçı-sakalı birbirine karışmış, dinsiz imansız adamlardı.
Ahaliyi, bunun ötesinde bir malumata sahip kılmak çok zordu.
Neyse, Demirel’i indirdiler. Nihat Erim’i Başbakan yaptılar.
Biz, Nihat Erim’in ‘Halk Partili’ olduğunu düşünüyorduk. Şu halde, darbeciler, ‘karşı taraf’tı.
Sonradan aklımız erdi, ‘anarşist’lerin, darbeyi hazmedilir hale getirmek için darbeciler tarafından ‘itilmiş’ olabileceğine.
9 Mart’ı da sonradan fark ettik.
Aslında, bizim iliklerimize kadar hissettiğimiz darbe, 12 Eylül’dür.
12 Eylül’de, paspas ettiler, kafasında fikir namına bir şey taşıyan herkesi.
60 ihtilalini babalarımızdan, ağabeylerimizden işitmiştik ve asla sevmemiştik ama, 12 Eylül’de kendimiz paspas olduk.
Bizim kuşağın darbe şablonu 12 Eylül’dür.
Ne yapılır darbede?
Radyoevi ele geçirilir. Televizyon ele geçirilir. En kolayı budur. Nihayet bir tane TRT var.
Caddelere, sokaklara tanklar dizilir.
On metrede bir, elinde tüfek, kafasında miğfer, asker dizilir.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, gözaltına alınır.
Meclis kapatılır.
Cuntanın lideri, (şekilde görüldüğü gibi Kenan Evren) radyodan ve televizyondan, memleketin idaresine el koyduğunu ilan eder.
Radyolardan ve televizyonlardan, on on beş dakikada bir sıkıyönetim bildirileri okunmaya başlar.
Herkes sus pus olur, kendi akıbetini beklemeye başlar.
Sonra, malum, 28 Şubat darbesini gördük.
Postmodern adı, yakıştı 28 Şubat’a.
Medya, gönüllü olarak darbecilere ‘satılmış’tı.
Gazeteler, televizyonlar, ‘sahibinin sesi’ydi.
(28 Şubat’a karşı savaşan üç gazete var mıydık? Vardık. Yeni Şafak, Vakit, Milli gazete. Bir de televizyon. Kanal 7.)
Yargı, generallerin verdiği brifingi gazoz içer gibi kafasına dikip içmiş, gazozdan sarhoş olmuştu.
Yengeç gibi yan yan yürümeye başlamıştı.
Benim anladığım, bizim FETÖ’cüler, darbe yapmak için önce ‘postmodern’ yöntemler denediler.
Askeri fiilen işe karıştırmadan, polislerle, yargıçlarla, gazete haberleriyle, kasetlerle işi bitirmeye çalıştılar.
Normalde başarırdılar. Fakat, hilelere, kumpaslara, her türlü adiliğe karşı çok mukavim bir siyasetçi vardı karşılarında.
Evet, Erdoğan.
Kimi olsa yenerlerdi. Onu yenemediler.
Yenemeyince, ‘klasik darbe’ yapmaya karar verdiler.
Anladığım kadarıyla, darbe şablonu olarak 12 Eylül’ü kullandılar. Kötü bir şablondu. Ne derler? Anakronik.
Zapt edilmesi gereken yer bir tek TRT değildi. Kaldı ki bunlar, TRT’yi bile zapt edemediler!
Velhasıl, Allah şaşırttı onları, ellerine yüzlerine bulaştırdılar.
Şapa oturdular.
15 Temmuz, bir çok ezberi bozdu.
Millet, ilk defa direndi. Bu, geleneksel tanımlara aykırıydı.
Reisicumhur direndi, Başbakan, bakanlar, Meclis, direndi.
Fakat, bir ezberi daha bozdu 15 Temmuz. Bu bizim ezberimizdi.
‘Darbe olmaz’ diye düşünüyorduk. Kimsenin darbeye teşebbüs edeceğini zannetmiyorduk.
Oldu. Bir manyak taife, darbeye teşebbüs etti.
Bu sebeple, ‘yeni bir darbe ihtimali’ne, kesin bir lisanla ‘olmaz’ diyemeyiz.
Kesin bir lisanla, ne diyebiliriz?
‘Darbeye karşı savaşırız’ diyebiliriz.
Bunu yaptık, bir daha yapabiliriz.