Politikacılar, adaylar, troller gece gündüz telefonlarımıza mesaj yağdırmaz.
Kimse bize rakip adayın ne kadar kabiliyetsiz, kendisininse ne kadar dindar ne kadar iyi hukukçu, iktisatçı ve belediyeci olduğunu anlatmaz.
Adayların seçmene hizmet vaadinin yanı sıra bir porsiyon da din ikram etmesi enteresan.
Dinin porsiyonu nasıl oluyor?
Siyasetçiler yapıyor, bazen bol kepçe bazen numunelik. Allah hepsini ıslah etsin.
Neyse, bu fasıl da geçti, seçim bitti, artık kitaplarımıza dönelim.
Hatıra, günlük, seyahatname türünden kitapları seviyorum.
Tarihçilerin yazmaya değer bulmadığı ayrıntıların o kitaplara sızma ihtimali yüksek.
Bazen tarihçilerin bir tezi oluyor, o tez yüzünden tarihi gerçekliği tahrif etme ya da az veya çok eğip bükme ihtiyacı duyabiliyorlar.
Hatıratı yazan da tabii kendi ideolojisini, kendi putlarını kolluyor.
Olsun, okuya okuya yazan veya konuşan herkesin; tarihçinin, ekonomistin, siyasetçinin, konuştuğunun ve yazdığının darasını almayı öğrenirsiniz.
Size bir bilgi mi vermeye çalışıyor, keyif mi bağışlıyor, rüşvet-i kelam mı anlarsınız.
Hele politikacılara ve misyonerlere karşı en büyük avantajınız, kendilerini akıllı, sizi saf sanmaları.
Burada misyoner din tebliğcisinden ziyade ideoloji ve teori pazarlamacısı anlamına geliyor.
Mesela, adamımız Heberer’in anlattıklarından Dürziler’in darasını düşmüştük.
(Bu arada okurlarımızın ‘adam’ ‘bay’ ‘bayan’ kelimeleri hakkındaki yorumları güzeldi. Münasebetsiz olarak, sadece hatırıma geldiği için ‘Oğul’ kelimesinin de eski Türkçemizde ‘erkek’ anlamına gelmediğini bir fitne unsuru olarak kenara koyayım. Belki bir ara tartışırız.)
Heberer ve diğer forsalar kırbaç altında kürek çekiyor. ‘Çocuk sahibi olmak için’ dua etmek üzere hacca giden 3. Murat’ın karısı Sultan da aynı gemide. Hangi sultan olduğunu hala öğrenemedim.
İskenderiye’den ayrıldılar. Kekova’da demirlediler. Şimdi yeniden yola çıkacaklar.
“Ertesi sabah forsalar limandan çıkabilmek için bağırışlar ve acımasız kırbaç darbeleriyle yeniden küreklere asılmaya zorlanınca Sultan çektiğimiz eziyetin ve insanlığa sığmayan muamelenin farkına vardı. Bize acıyarak harem ağalarından birini patrona yolladı ve ona Hıristiyanların böyle acımasızca kırbaçlanmasına razı olmadığını ve bundan vazgeçilmesini rica ettiğini bildirdi. Belki de bu zavallı Hristiyanlara yapılan eziyetten dolayı Tanrı’nın gemiyi ters yönden esen rüzgarlarla savaşmak zorunda bıraktığını söyletti. İyi kalpli Sultan bundan sonra da bizim beslenmemiz için bütün kadırgadakilere kendi erzakından peksimet, sirke ve zeytinyağı dağıtılmasını emretti.”
Bir bağışıklık güçlendirici ve direnç arttırıcı gıda tavsiyesi. Malum, Heberer aynı zamanda eczacı:
“Gerçekten de peksimeti sirke ve zeytinyağına banarak yemek en yorgun ve bitkin insanı bile güçlendirip dinlendiriyor.”
Sultan Hanım (Ona 400 küsur sene sonra gönülden bir Allah razı olsun gönderiyorum) limanlarda mola verdikleri zaman esirlere ekmek, et ve o yörede (Gelibolu) bulunan kirazlardan (demek haziran ayı!) sepetler dolusu dağıttırıyor.
Şimdi devletin ya da milletin parasını cebe indirmek nasıl oluyor, buna dair güzel bir örnek:
“Rhodosto’dan ayrılmadan önce Sultan benim de bulunduğum kaptan gemisindeki bütün Hıristiyanlara Türklerin ‘sikke’ adını verdikleri paradan birer tane dağıttı ve onun için Tanrıya dua etmemizi tembihledi. Ama bize paranın ancak yarısını verdiler. Gerisini reis ve gardiyanlar aralarında paylaştılar ve biz de buna katlanmak zorundaydık. Gene de sevinç içinde işlerimize sarıldık.”
Bunu emsal olarak genişletmenizi ve zamandan, mekândan bağımsız olarak her yere uygulamanızı tavsiye ederim. Zira bütün zamanlarda, dün, bugün, hep böyle oluyor! Size ait olanın yarısını geminin reisi ve gardiyanlar alıyor. Geri kalan yarısı sizi sevindirmeye kâfi geliyor.
Heberer’in sergüzeşti devam ediyor. Sonuna doğru ilişkiler karmaşıklaşıyor, Heberer kurtulmak için İstanbul’da Avrupalı elçilik yetkilileriyle temaslar kuruyor.
Ben, ‘Osmanlı’da Bir Köle’ bahsini kapatıyorum. (Kitap Yayınevi)
Yalnız bir paragraf hoşuma gitti. Onu aktarmak istiyorum. Galata esnafının güzel hallerine dair. Allaha şükür şimdi de var öyle esnafımız.
Maalesef, asabisi de var.
“Aramızda bulunan bazı Fransızlar el çabukluğu bakımından öyle becerikliydiler ki et pazarının önünden geçerken bazen yarım bazen de çeyrek koyunu takılı olduğu kancadan çıkarıp kimseye yakalanmadan götürmeyi başarıyorlardı. Aslında onların bu muzipleri kasapların da hoşuna gidiyordu. Çünkü bazen bu hırsızlığın farkına varsalar bile birbirlerini uyarmıyorlar, hatta özellikle lafa tutarak hırsızın işini bitirmesine kadar oyalıyorlardı. Sonra da malını çaldıranla alay edip kahkahayı basıyorlardı.”