‘Modern’ kavramının saltanatı, 18. Yüzyılı başlangıç sayarsak, aşağı yukarı üç yüzyıl sürdü. Hala da tamamen tükenmiş sayılmaz.
Sonra post-modern çıktı. Aslında saçma sapan bir adlandırmaydı. Ne demek ‘modern-sonrası?’ Ama tuttu.
‘Modern’ gibi ‘postmodern’ de sinemada, romanda, şiirde, resimde, mimaride, nevzuhur, biraz ‘kolaj’ çağrışımı yapan üslupları anlatmak için kullanıldı.
Ben ‘nevzuhur’ diyorsam, ‘kolaj’ diyorsam yadırganmasın. Dış görünüşe göre hüküm veren bir eski-kafa bakışıyla söylüyorum. Elbette zaman içinde ‘post-modern’in ‘form’u tanımlanabilir hale geliyor. Bir sürü de tanımlayan var.
Fakat güncel politikada ‘post-modern’in en kuvvetli kullanımı 28 Şubat’taydı. Askerin yargıyı ve medyayı da yedeğine alarak siyaseti şiddetli bir ablukaya alması sonucu Refahyol Hükümeti yıkılmış, yerine asker vesayetinde gayrı-muktedir, sevimsiz koalisyonlar kurulmuştu.
Bu darbeyi bazı yazarlar ‘post-modern darbe’ diye adlandırdı. İnternette sorguladım, tabiri ilk kullanan Radikal’den Türker Alkan’mış. (1997)
Bu adlandırma tuttu.
Öteki darbeler, yani askerin siyasetçileri, memleketin seçimle işbaşına gelmiş yöneticilerini hapsedip sadece devlet kuruluşlarının değil, belediyelerden gazetelere kadar bütün sivil alanın idaresini uhdesine aldığı müdahaleler demek ki ‘modern’ darbelerdi.
Guardian’dan Jonathan Steele 26 Kasım 2004’te, Ukrayna’daki ‘Turuncu Devrim’ için ‘Postmodern Darbe’ tabirini kullanmış. Makalesini okudum. Başlığın hemen altındaki “ABD ‘hadi’ deyince Yuşçenko’nun taraftarlarına para su gibi aktı” cümlesi durumu açıklıyor zaten.
Wikipedi’de Jonathan Steele’e dayandırılan tanımlamayı da ilginç buldum: “Otoriter bir hükümetin işleyişine ABD kaynaklı sivil örgütler tarafından desteklenen toplumsal hareketlerle müdahale.”
Bizdeki ‘Gezi’ kalkışması dahil, dünyada birçok örneğini gördüğümüz çoğu darbeyle sonuçlanmış girişimlerin Twitter, Facebook gibi sosyal medya enstrümanları da kullanılarak geliştirilmiş dış destekli müdahale modelleri olduğunu bizler zaten yazıp çiziyorduk.
Batı kaynaklı bu ‘teyit’i de not etmek istedim.
‘Postmodern’ kavramı, 15 Temmuz’da milletçe maruz kaldığımız darbe ve işgal girişimini de karşılar mı?
İlk bakışta aynı familyadanmış gibi görünüyor.
Fakat arkadaki ilişkiler ağı ve kullanılan temalar daha karmaşık bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Matruşka gibi birbirinin içine girmiş, derinleştikçe çirkinleşen, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş –affedersiniz- iç içe puştluklar.
Ambalajında din var, en dipte zifiri bir küfür.
Etiketinde insaniyet var, paketi açınca üstadın tabiriyle lağım faresi gibi bir mahluk.
Ultra-modern desen olmaz, under-modern desen olmaz, over-modern desen hiç olmaz, pis bir şey.
Şu anda bizim bölgemizde cereyan eden savaş hali de, küçük örneklerine daha önce rastlamış olsak bile, ‘postmodern’i aşan bir başka tarifi zor, ‘amorf’ (şekilsiz) bir durumu yansıtıyor.
Kabuğunda ütülü pantolonlu, kravatlı bir devlet, kabuğun altında mesela DAEŞ veya PKK terörü. Veya tam tersi…
İlk defa bu işler için eski Genelkurmay Başkanlarından İlker Başbuğ’un kullandığı ‘asimetrik’ terimi de, dökülen kan ve bölgenin maruz kaldığı ‘kirlilik’ göz önünde bulundurulduğunda çok temiz kalıyor.
Eskiden kısa dalga radyolarda sörf yapardık. Bir arkadaşım sörf yaparken Azerice bir radyoda şöyle bir cümle işitmiş:
“Gıymatlı işidenler, Afganistan-Rusya hududunda vaziyet pisleşmişdir.”
Azerice radyodan ilhamla ‘pis-modern’ desek, ‘post-modern’le ses benzerliği bakımından uygun görünüyor ama, hem başka çağrışımları var hem çok kaba.
Doğrusu ne diyeceğimi bilemedim.
Fakat şurada şüphe yok:
Vaziyet hayli pisleşti!