Ateş bulununca insan hayatı değişti.
At evcilleştirilince de insan hayatı değişti.
Tekerlek icat edilince de... Yazı, para, top, tüfek, uçak, ampul, buharlı gemi, otomobil, telgraf, telefon, telsiz, bilgisayar... Hepsi hayatımızı değiştirdi.
Değişikliklerin ne kadar sarsıcı olduğunu bugünkü aklımızla ölçmemiz zor. Tarihçiler bir şeyler anlatıyor ama bilip de mi anlatıyor, emin değiliz. Yine de borçluyuz tarihçilere. Bizi güzel meşgul ediyorlar.
İnternet lafı ortalıkta dolaşmaya başlayınca üzerinde fazla durmamıştık.
Bilgiye erişim kolay olacak, hayatımız değişecek diyorlardı.
İyi, hoş da, biz kaya gibi sağlamız bizim nemizi değiştirecek?
La havle ve la kuvvete illa billah!
Biz akıl etmemişiz. Herifler insanı yeniden yaptılar.
Yeniden yapmadılar tabii. Ama, eskiden mevcut olmayan başka bir varlık haline getirdiler.
‘Nazar ber kadem’ bilir misiniz?
Ayağa bakmak.
Tasavvufta var. “Salikin yürürken gaflete sebep olacak bir şeyi görmesine mani olmak için bakışlarını ayaklarına odaklaması.”
“İnziva der encümen?” Veya “Halvet der encümen?”
Belediye encümeni olacak değil... Kalabalıkta yalnızlık. Daha doğrusu kalabalıkta olduğun halde aslında Allahu Teala ile beraber olmak.
Süleyman Uludağ şöyle tarif ediyor:
“Halvet der-encümen: murakabe veya zikir halindeki kişinin bir istiğrak içinde hiçbir ses işitmeyecek derecede kendinden geçmesi.” (İslam Ansiklopedisi.)
Bunlar salikin süluk esnasındaki hallerine dair ıstılahlar.
Şimdi süluk internetin içine doğru.
Fazla bir değişiklik yok, nazar ber kadem, nazar ber telefon oldu o kadar. Otururken, yürürken, yatarken, kalkarken, daima nazar ber telefon.
Halvet der encümeni de insanların cemiyetin içinde hiçbir şey işitmeyecek kadar istiğrak halinde fena-der-telefon olmasından biliyorsunuz.
Böyle yazmakla bu halden muaf olduğum hissi vermek istemem. Değilim muaf. Kiminden az, kiminden ziyadeyim. Ama aynı sülukun yolcusuyum.
Şeyhin kim?
Şeyhim, daha doğrusu şeyhimiz, bir üst akıl.
İnterneti, akıllı telefonları, twitterları, facebookları, instagramları, whatsapp’ları, youtube’ları kim icat edip kim yönetiyorsa, suyun başında kim duruyorsa o.
Tabii bu ‘yol’un da bir usulü erkanı var. Adımını dergahtan içeri attığın zaman kabul etmiş sayılıyorsun.
Çok karışık, insanı çok zora sokan bir usul erkan değil. Pornografiye, nefret diline fazla girmemek gibi basit şeyler.
Bunlara riayet ettikten sonra ister sağcılık, ister solculuk, ister çevrecilik, ister ahlakçılık, ister dincilik, ne yaparsan yap.
Hatta ne kadar çok yaparsan seyr-i sülukta o kadar çok ilerliyorsun.
Ne kadar çok izleniyorsan o kadar çok ödüllendiriliyorsun. Para bile kazanıyorsun.
Bir çeşit saadet bahşediyor sana. İki cihan saadeti değil belki ama bir cihan saadeti ya da bir cihanın bir kısmının saadeti.
Bunu bir çeşit tebeiyet olarak da anlayabiliriz.
Doğru, hepimiz nüfus kağıdı taşıyoruz. Bir devletin tebaasıyız.
Bu yeni sistemler sayesinde tebeiyetler iç içe geçti.
Hani hem Fenerbahçe Cumhuriyetinin hem de Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olabiliyorsun ya... Onun gibi.
Twitter’ın kapısından içeri girince vatandaş oluyorsun. Hem Türkiye vatandaşı hem twitter vatandaşı.
Twitter’ı düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanmanın tabii bir vasıtası olarak kabul ediyorsun.
Twitter’ın hukukuna dahil oluyorsun.
Bir nevi çifte vatandaşlık.
Trump’ı hatırlayın mesela. Adam ABD’nin başkanıydı. Ama twitter adamın hesabını bloke etti.
Şimdi kim kimin tebaası? Twitter mı Trump’ın, Trump mı twitterın?
Twitter geçenlerde bizim siyasilerin, MHP lideri Bahçeli’nin ve İçişleri Bakanı Soylu’nun hesaplarına müdahale etti.
Biz bu müdahaleye ifade özgürlüğümüz kısıtlanıyor filan gibi cümlelerle itiraz ediyoruz.
Elalemin twitterı ister açar ister kapatır demiyoruz. Hakkımızı istiyoruz.
Bir taraftan da bir üst merciin mevcudiyetini ikrar etmiş oluyoruz.
Ne kadar bağırsak çağırsak da twitter abimiz.
Vatandaşın devlete itiraz etmesine benzemiyor mu bu itirazlar?