Adına ‘dini musiki’ demişler. İlahiyat fakültelerinde dersi de okutuluyor.
Var mı bir dini musiki heyecanı İlahiyatlarda?
Mustafa Demirci’ye sordum geçenlerde. Mustafa Demirci dini musiki hocası, bestekar, yazar.
Hoşsohbet adamdır. Fakat dini musiki bahsi açılınca yüzünde güller açmadı.
Anladım ki izan sahibi birileri tavassutta bulunmazsa dini musiki dersleri kaldırılabilir.
Bir ara felsefe derslerini de İlahiyatlardan kaldırmaya uğraşmışlardı, hatırlarsınız.
Sonra vaz geçtiler.
Sonra yavaş yavaş, saatlerini azaltarak, mühimsemeyerek ‘resmen’ değilse bile fiilen kuruttular.
Türkiye’de sözü geçen, hayli muktedir bir zümre kelam bilmeyen, felsefe bilmeyen, musiki bilmeyen, duygulanmayan, kazık gibi mollalar yetiştirilmesini istiyor.
Kafa sallamayı, yağ kullanmayı, sürmeyi, reverans yapmayı diye ilave edelim mi?
Bu son cümleyi yazarken utandım.
Böyle olmamalıydı. Oldu maalesef.
Üniversitelerde kafasını kaldırıp dini musikiyi yoldan çıkaracak, çıldırtacak coşkun bir ortam yok. Piyasa da kurak.
İhvan’ın, el-Fetih’in ve İran’ın devrimci marşları kulaklarımızın pasını siliyordu taa eskiden.
Hepsi güzeldi de… İran’ınkiler daha mütekamil işlerdi. Sağlam marşlardı.
Marşlarla gerçekler her zaman aynı makamın içinde seyretmeyebiliyor. Bir gün Selami (Camcı) dedi ki…
“Hani o İran marşında ‘Muhammed!’ diye bağıran adam vardı ya… O adam İran’dan kaçmış.”
Bizimkiler İhvan ve İran bestelerinin üstüne yerli güfteler giydirdiler.
Sonra, içinde müzik olan bir ‘yeşil pop’ çıktı piyasaya. Yapanlardan Allah razı olsun, hiç yoktan iyiydi.
Ah! Bir de ‘Minik Dualar.’ Ne temiz ne tatlı şeydi ol?
“Teşekkür ederim Allah’ım.”
“Seni çok seviyorum Allah’ım?”
Yoldan çıkmış ilk müzik hareketi. “Allah’a teşekkür edilir mi” diye soranlar oldu. Fazla mı samimi?
Oğlum! ne kadar samimiyse o kadar güzel olur.
Bunlara ‘Dini musiki’ deniyor mu bilmiyorum. Hani geleneksel kaside, ilahi, ayin, sema, mevlid gibi formların dışında kalıyor. Yoldan çıkmış!
Mustafa Demirci’yi gördüğüm zaman sorarım.
Boşnaklara teşekkür borçluyuz.
Onların “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” deyişleri daha içtendi.
‘Dini musiki’yi çığırından çıkarıp müzik yapmaları da.
Boşnakların ilahilerini buralarda kasetlerden dinliyorduk. Seviyorduk da.
Betül ve Zeynep kızlarımın da okuduğu Uluslararası Sarayevo Üniversitesinin temel atma programı vardı. Bir günlük. Sabah git, akşam dön. Aynı gün dönesim gelmedi. Bileti ertelettim. Başçarşıda bir pansiyondan yer ayırttım. Yalnızım.
Sebil’e şakın bir yerde Hüsnü Kılıç, Cevat Özkaya ve Ramçe’yi birarada gördüm. Hepsinin kulakları çın çın çınlasın.
“Zetra’ya gidiyoruz” dediler. “Ramazan-ı Şerif’i karşılama konseri var.”
Zetra Sarayevo’nun kapalı spor salonu. Tamam, ben de geliyorum.
Biletliymiş. Olsun. Bir yolunu bulur girerim.
Gittik. Basın kartıyla girdim içeri. (O zamanlar Fahrettin Altun iletişim başkanı değildi. Muhtemelen talebedir, ya da asistan.)
Koca bir sektör gördüm orada.
‘Sektör’ kaba oldu. Başka türlü söyleyeyim.
En az altı yedi tane her biri on on beş kişiden oluşan müzik grupları.
Klasik ilahiler, kasideler de söylüyorlar, pop’a, rock’a benzer müzikler de yapıyorlar.
Hepsinin söyleyişinde bir heyecan, bir coşku.
Yapılanın müzik olduğunu işitiyor, görüyor, hissediyorsunuz.
Güzel tesadüf. Karanlıkta Hüseyin Kansu’nun yanına oturmuşum. Konser boyunca anlattı, gerekli malumattan mahrum kalmadım.
Helal olsun Boşnaklara! Aşk olsun.
Biz niye böyle isteksiziz?
Eskiden biraz heyecan, biraz merak vardı da iktidardan nasiplendikten sonra gitti mi heyecanımız?
Bilemedim.
Şu kadarını anladım. Tuttuğumuz yol yanlış.
Müziğin veya musikinin -hatta başka bazı şeylerin- güzelleşmesi için bu yoldan çıkması lazım.