Bir gün, Samsun’da, rahmetli Lastikçi Mehmet’in dükkanının önündeki çardağın altında oturuyoruz. Gün dediğime bakmayın. Gece. Bir Ramazan gecesi.
Laf, nedense, ‘Şafiler şunu yer,’ ‘Hanefilerde şu mekruhtur’ gibi bahislerden açıldı.
“Şafii demiş ki denizden babam da çıksa yerim.”
(Biliyorum, kitapta yok öyle bir şey.)
“Aleviler tavşan yemezmiş.”
“Hanefilerde midye, yengeç vesaire mekruhmuş.”
“Bazı mezheplerde tilki yemek caizmiş.”
Çayımız, kahvemiz harika. Muhabbet kaynıyor.
Necati her konuşanın ağzına bakıyor.
Necati, akşamcıdır. Ama Ramazanlarda kendine çeki düzen verir. Orucunu tutar, teravihini kılar. Öldüyse Rahmet olsun.
“Aleviler tavşan yemez ama Sünnilerde caiz.”
Necati ona da bakıyor.
Hiç lafa karışmadı.
Birisi “Abi ben kirpi yiyen gördüm” dedi.
Bir başkası, “Aaa! Kirpi çok şifalıymış, basura iyi geliyormuş” dedi.
Sıra Çinlilerin köpek yemesine, Hintlilerin maymun yemesine gelince Necati’nin merakı daha da arttı.
“İspanyollar da salyangoz yiyor. Filimde gördüm. ‘Eskargo’ diyorlar.”
O zamana kadar sesini çıkarmayan Necati, “Bi dakka abi” dedi, “Ben anladım.”
“Şimdi diyorsunuz ki, o onu yiyomuş, bu bunu yiyomuş.”
“Onun yemediğini öteki, ötekinin yemediğini beriki yiyomuş.”
“Neticede, bu hayvanat, insanoğlundan yakasını kurtaramıyomuş. Doğru mu anladım abi?”
Evet, gerçekten anlamış Necati!
Necati’nin insanların hayvanları yemesiyle ilgili cümlesi bende başka şeyler de çağrıştırıyor.
Dün oğlum İsmail’le TEM bağlantı yolundan Vatan Caddesi istikametine doğru gidiyorduk. Sağmalcılar’dan geçerken birden beton yığınları gördüm. Henüz dışı boyanmamış ama sıvası yapılmış tıkış tıkış apartmanlar.
Şöyle düşünün, bir stadyumdasınız. Aşağıda çim yok. Stadyuma tarak dişi sıklığında 20-30 apartman dikilmiş. Siz, apartmanları seyrediyorsunuz.
Apartmanlar, bet suratlarıyla size bakıyorlar.
Sağmalcılar’ı da aynı öyle yapmışlar.
Hoşuma gitmedi.
Eskiden de güzel, iç ferahlatıcı bir yer değildi orası. Cezaevi vardı.
Apartmanla doldurdukları alan cezaevinden boşalan alan.
Mesken olması cezaevi olmasından iyidir sonuçta.
Ama niye öyle tıkış tıkış?
Biraz seyrek yapsaydılar olmaz mıydı?
Ama yok. Bizim adamlar, arazi buldu mu bir metresini bile ziyan etmiyorlar. Taze taze betonlar dikiyorlar.
Cezaevinin olduğu yere dikilmiş konutlarda ikamet etmek ister misin?
Bun kendime sordum.
Allah mecbur etmesin. Mecbur ederse, değil cezaevinin yerine dikilen konutlarda, cezaevinde bile ikamet edersin.
Ama, kendi irademle öyle bir yerde oturmak istemem. Önceki hali gözümün önüne gelir. İnsanların zindanda gördüğü eziyetler... Rahatsız olurum.
Böyle birkaç yere rastlıyorum İstanbul’da.
TEM’den Mahmutbey istikametine giderken solda bir tane var. Roma’daki Kolüsyum’a benzetmişler. Fakat Kolüsyum’un birkaç yüz misli büyük. Tıka basa konut. Yecüc’le Mecüc’ün seddinden daha yüksek. Herhalde uzaydan bakılsa görünür.
Çamlıca’yı bilirsiniz.
Benim orada hemşehrilerim, köylülerim var.
Yakın zamanlara kadar, Küplüce’yle Kirazlıtepe arası boştu.
Boğazın öngörünüm alanı olduğu için inşaat yapılmıyordu.
Bir gün baktım, sağ tarafta bir alanın etrafını kapatmışlar. Kapattıkları alanın içini villalarla doldurmuşlar.
Florya’dan Yenikapı’ya kadar güzergah şahaneydi. Sahil şeridi betondan arındırılmıştı.
Birkaç sene içinde Ataköy’de deniz kıyısında otellerden oluşan devasa beton duvarını biliyorsunuz.
Necati’nin sözü tam buraya uyuyor.
İktidarlar gelip geçiyor. Öngörünüm alanı diyorlar, arka görünüm alanı diyorlar, sit alanı şu alanı bu alanı diyorlar...
Fakat hiçbir zaman, hiçbir arsa, beton sektörünün elinden kurtulamıyor.
Hintlilerin ineğini dilimize doluyoruz ama...
Bizim betonumuz inekten daha mübarek!