Uzun zamandır Behçet Necatigil’in şiirleri masamda duruyor. Okuyorum, dönüp yine okuyorum.
Sessiz, kendi halinde bir eski İstanbul hayatı.
Sanki birkaç gündür o eski İstanbul’da dolaşıyorum.
Bugünün gürültülerine bakınca ne kadar sakin.
Bugünün sanallıklarına göre ne kadar gerçek.
Mesela Barbaros Meydanı.
“O dediğim yere yaz mevsiminde/Geceleri sık sık giderdim/Elektrik direkleri dibinde/Toplananlar yok şimdi/Toz toprak içinde/Güreş eden çocuklar/Top oynayanlar yok şimdi/Kol kola gezinen genç kızlar/Peşlerinde dolananlar yok şimdi”
Bazen derinleşiyor. İşte pencerede durup duran bir kız.
“Dönmüş evdekilere sırtını/Omuzlarında bir yük gibi/Dünyanın yalnızlığı”
Ya da Elif.
“Saatler geçiyor/Bir gündüzü yaşarken Beyoğlu/Üflemiş lambasını karanlıkta/Uyuyor Kasımpaşa”
Sonra, şiirin içinde ikide bir Kasımpaşa’dan Beyoğlu’na yanında her defasında başka bir erkekle yürüyen, şairin ‘elif’ adını koyduğu kız.
Böyle gündelik şeyler.
Hayatın içinden şiirin içine sızan insan halleri.
İkinci Dünya Savaşının yoksullukları...
Sonra 50’ler, 60’lar, 70’ler.
Bir dil işçisi Behçet Necatigil. Şiiri kadar nesirlerinden de lezzet alırsınız.
Yer yer ‘Garip’ tadı hissedersiniz. Ama yer yer.
Bazen kelime oyunları, kelimelerle oynamalar.
Sonra, şehirlerin apartmanlarla bozulmasına isyan.
“Ahtapotlar gibi apartımanlar/Buraya da salmış kollarını/Yoksul aileler çekilmişler/Satıp satıp mallarını.”
“Eski günler nerdesiniz/Açın kapınızı da evinize gireyim/Ama nerde o evler/Ne bileyim.”
60’ta ihtilal oldu. 68’de öğrenci hareketleri Avrupa’yı hallaç pamuğu gibi attı. Rüzgarı Türkiye’yi de salladı. 70’lerde gençlik ‘fena fi’l ideoloji’ oldu.
İdeoloji, bazen şiirin, edebiyatın içinde eritilmiş olarak, bazen de ayrık otları gibi edebiyata musallat olarak şiiri, öyküyü, romanı istila etti.
Özellikle 70’ler. Bu dönem, bizim kuşağın okumakla meşgul olduğu yıllardı.
O yılların ideolojik karakteri Necatigil’in şiirine iyi tarafıyla da kötü tarafıyla da bulaşmadı.
Bu yüzden, Necatigil’in edebiyat aleminde seveni vardır ama, fanatiği pek yoktur.
Kendi payıma söyleyeyim, ben de fazla okumadım Necatigil’i.
Biraz şiirine, biraz nesrine baktım.
Ah! Bile/yazdı’yı hatırlıyorum.
‘Bile’ ile ‘yazdı’yı ayrı okursanız başka, bitişik okursanız başka. (Bunu kitabında anlatıyordu.)
Ama tabii ki “Solgun bir gül dokununca”yı biz asla unutamayız.
Bir şairin şiirleri arasında sıralama yapmak caizse, ben Necatigil’in şiirinde birinci sıraya bunu koyarım.
“Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.”
“Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kağıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca”
Bu, hüzün olmalı. Kendi gözlerimizden bile saklamak istediğimiz, kendi yüzümüze bile komadığımız, hayatımızın içinde, sakladığımız yeri unutmaya çalıştığımız bir hüzün.
Hayır, değil.
Bir hatıra. Eğer yüz yüze gelebilirsek hüzne dönüşecek bir hatıra.
Ve kırgın.
Çünkü, “solgun bir gül oluyor dokununca.”
Her şair gibi, o da kurcaladı ölümü.
En çok da kendi ölümünü.
“Uzayacağa benzer/Tutuştuğumuz iddia/İşi gücü bırakıp/Mezarlığa bakan bir ev tuttum/Ölüm sen beni aldatamazsın/Aklımda!”
Hastaydı. Cerrahpaşa’da öldü. (1979 Aralık.)
“Ölenin odası gösterilir”i muhtemelen son zamanlarında yazmıştır.
“İçeriye girmeyin/Ne olacak gireceksiniz de/Gitsin, bekleyin/Daha belki ben oradayımdır girmeyin/Toplansın hele her şey/Görülsün istemem nelerim varmış!/Merakınız zaten geçer, üzülmeyin.”
Ben ara sıra uğrarım Behçet Necatigil’in şiirine. (Bu defa hem okumuş, hem yazmış oldum.)
Şiiri ve Türkçe’yi sevenlere tavsiye ederim.