'Sokaktaki adam’ ne diyor?
‘Sokaktaki adam’ ne düşünüyor?
‘Sokaktaki adam’ ne yapacak?
Ne yapsın?
Tahterevallinin öteki ucunda bir başka adam türü var.
Kim o adam türü?
Sokakta olmayan adam... Yani, kapalı kapıların ardındaki adam. Ofisteki adam. Merkezdeki adam. Beyaz yakalı adam. Gözlüklü adam. Göbeğini kaşımayan adam.
Biz diğer evsafını bırakıp, kısaca, ‘ofisteki adam’ diyelim ona.
(Bu arada şunu not edeyim. Benim lügatimde ‘adam’ doğrudan doğruya cinsiyet belirten bir kelime değildir. Şu kullandığım bağlamda, kadın için de erkek için de kullanılması caizdir.)
Ofisteki adam, tahterevallinin öteki ucunda ve daima yukarıdadır. Tepeden bakar.
Sokaktaki adamın ne yaptığını, ne yapacağını, ne düşündüğünü, ne yediğini, ne içtiğini bilir.
İkide bir aralara ‘kesinlikle’, ‘mutlaka’ gibi ‘zarf’lar sıkıştırarak ‘sokaktaki adam şöyle düşünüyor’, ‘sokaktaki adam şöyle yapıyor’ diye ahkam imal eder. (Biz zarf diye öğrendik, şimdi ‘belirteç’ diyorlar.)
Kuşatılabilir, tanımlanabilir, öngörülebilir, yönlendirilebilir bir adamdır ‘sokaktaki adam.’
En güzeli de ‘sokaktaki adam’ın salak olduğu varsayımına dayalı beyanlardır.
Sokaktaki adam bilmez. Sokaktaki adam anlamaz. Sokaktaki adam kandırılabilir. Sokaktaki adam sürüdür... Vesaire, vesaire...
Ben çok severim ‘sokaktaki adam’ı ölçüp biçen ukala takımını. Ekranlarda rastlarsam zaplamadan önce birkaç cümle sarf etmelerine fırsat veririm.
Aslında ‘ofisteki adam’ın yumuşak karnıdır sokaktaki adam.
‘Sokaktaki adam’ hakkındaki varsayımları her gün çökse de ahkam kesmekten geri kalmaz.
‘Ofisteki adam’ın yanılması dahi ‘sokaktaki adam’ın cehaletindendir teoriye göre.
Sokaktaki adam kendisiyle ilgili tanımlara aykırı davrandığı için, ofisteki beyimiz yanılmıştır.
Sokaktaki adam bugünlerde yeniden ‘ofisteki adam’ın diline düştü.
Şimdiki vesilemiz referandum.
Tabii ki ‘sokaktaki adam’ yine bilmiyor.
Mesela neye ‘evet’ neye ‘hayır’ diyeceğini bilmiyor.
Anayasa değişikliği paketinin muhtevasını bilmiyor.
Sokaktaki adam kandırılıyor.
Muhalefet şöyle dedi, sokaktaki adam şöyle zannedecek.
İktidar şöyle dedi, sokaktaki adam şu istikamete gidecek.
Zavallı sokaktaki adam!
Ben sokaktayım. Ve ‘ofisteki adam’ın tarifine uyan, yani bilmeyen, anlamayan bir ‘sokaktaki adam’a rastlamadım.
Bir siyasetçi bir uyanıklık yapacak, bir cinlik yapacak, ‘sokaktaki adam’ bunu anlamayacak.
Mümkün değil.
‘Sokaktaki adam’ın bilme yöntemleri farklıdır.
Bildiğini belli etme yöntemleri de farklıdır.
Bizim gibi dır dır dır dır konuşmaz.
Zannediyorum bunu gerçek göstergelere bakarak başarıyor. Hayata ilişkin, kendi hayatına ilişkin gerçek göstergelere.
Aç mı? Tok mu? Özgür mü? Kısıtlı mı?
Sen onun güvenine layık mısın, değil misin?
Sen samimi misin, değil misin?
Bunları anlamaz zannediyorsun. Hiç ummadığın şekilde anlıyor.
Bilmiyor zannettiğin ve bilmediği için mutlu olduğun şeyleri, kendine mahsus sezgilerle, senin canını sıkmaya yetecek miktarda biliyor. (Tuhaf! Onun bunları bildiğini sen bilmiyorsun!)
Bildiğini de kritik zamanlarda belli ediyor. Bilmenin en çok işe yarayacağı zamanlarda.
1 Kasım’da belli etmişti mesela.
Hele 15 Temmuz’da...
Bütün aleme öğretmişti ‘sokaktaki adam’ın kim olduğunu.
16 Nisan’da da belli edecek.
Hayır, kutsamıyorum ‘sokaktaki adam’ı.
Çünkü o da herkes gibi salt ulvi saiklerle hareket etmez. Evet dinini, imanını, vatanını, milletini düşünür. Ama evindeki tencerenin kaynamasını da düşünür. Çocuğunun mektebini de düşünür.
Kutsamıyorum ama küçümsenmesinden rahatsız oluyorum.