Konuşuldu, tartışıldı, geldi geçti ama büyük hadiseydi Hazine ve Maliye eski Bakanı Berat Albayrak’ın ‘af’fedilmesi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, aynı zamanda damadı olan ve nadiren yanından ayırdığı bakanının, -bir ihtimal- ‘devam et’ talimatı gelir ümidiyle yazdığı mektuptaki görevden af talebini ekonominin kötü sinyaller verdiği bir zamanda kabul ediyor.
Bu kabul etme bir başka açıdan bakıldığında adı azil olmayan bir azil anlamına da geliyor.
Piyasalar bunu yeni bir belirsizlik işareti olarak yorumlamıyor. Aksine, olumlu bir adım olarak satın alıyor.
Ardından döviz, biraz da ABD seçim sonuçlarının yani Trump’ın kaybetmesinin ve Biden’ın kazanmasının dünya piyasalarındaki etkisine paralel olarak düşüyor.
Tam paralel değil. Dövizle ilgili bir konuda uzun süredir ilk defa dünya piyasalarına göre pozitif ayrışıyoruz.
Dünyada düşüyor, bizde daha çok düşüyor.
Para çok acımasız!
Dahası var.
Bu ‘görevden af’ vakası ekonomi alanıyla sınırlı kalmayan, siyaset ve hukuk alanına taşan bir beklenti atmosferi doğuruyor.
Devlet, sanki birdenbire, hukukun para ettiğini fark ediyor.
Hukuk olursa yabancı yatırım daha rahat gelir.
Öyleyse, hukukta ABD’nin Dolarını, AB’nin Euro’sunu ülkemizde güvende hissettirecek bazı adımların faydası olabilir.
Yetkililerimiz, içinde kuvvetli hukuk vurguları olan cümleler kuruyor.
Doğrudan doğruya adaletin tesisi için değil de ekonominin selameti için söylenmiş olsalar bile güzel cümleler.
‘Acı reçete’ ifadesi meşakkatli bir dönemi işaret eder tabii ki ama sonunda ferahlama olacaksa ve reçete sadece gariban için değil, mütegallibe sınıfı için de hiç olmazsa biraz acı içerecekse neden katlanmayalım?
Şimdi beklemeli miyiz, ekonominin, hukukun, bu ülkenin değişik muhitlerinde, sağcısında solcusunda, liberalinde, yoksulunda zengininde, işçisinde köylüsünde bir ferahlamaya sebep olacak şekilde iyileşmesini?
Beklemekte mahzur yok.
Belli mi olur? Kuvvetli bir kararlılık ırmağın akışını değiştirebilir.
Hem bizim alışkanlıklarımız, hem siyasetin alışkanlıkları, -siyasetin bizi alıştırdığı şeyler de dahil- bir anda kaybolur.
Yargıya güven artar, nepotizm biter, her türlü kayırmacılık tarihe karışır.
Şimdiye kadar yapılan hatalardan dönülür, isabetli adımlar atılır.
Yerine ekonomik ve hukuki anlamda daha adil ve daha şeffaf bir idari üslup kaim olur.
Vatandaş da rahatlar, hükümet de.
Teorik olarak mümkün bu. Öyleyse pratik olarak da mümkündür.
Ama şunu da akılda tutalım.
Bilhassa hukukla ilgili olarak.
Ülkemizde siyasetçiler hukuktan bahsettiklerinde genellikle güzel konuşuyorlar.
Sadece bugün değil. Geçmişte de... Hukukun, adaletin en kötü durumda olduğu darbe zamanlarında hatta ara rejimlerde bile...
Adaletin mülkün temeli olduğunu hep söylüyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devleti olduğunu...
Geciken adaletin adalet olmadığını...
Hukukun herkese lazım olduğunu...
Hz. Ömer’e, kenar-ı Dicle’ye kadar gidiyorlar.
Bazen rastlıyorum konuşmalara. Yahu ne güzel diyorum. Demek nazari olarak farkındalar adaletin aslında nasıl bir şey olduğunun.
Fakat, uygularken neden hukukun, herkesin, bütün kesimlerin değil de sadece bazı zümrelerin haklarını temin etmesi gerektiğini düşünüyormuş gibi davranıyorlar?
Evvelkilerden devraldığımız, bizim ülkemize mahsus bir gelenek mi?
Gelenekse bile terk edelim bunu, hiç iyi bir gelenek değil.
İnsanların içinde ‘iyi şeyler olacak galiba’ diye bir duygunun yeşermesi güzel.
Birkaç güzel söz bile ekonomiye yarıyor. Hiç olmazsa dövizi düşürüyor.
Ancak, sözlerin güzel olması fiillerin de güzel olacağını garanti etmiyor.
Uygulamayı beklemek ihtiyata daha muvafık.