"Sezai Karakoç şiir olarak İkinci Yeni düşünce olarak Necip Fazıl ve Büyük Doğu mektebinde doğmuş, gelişmiş diye düşünülür; ne ki çok doğru değildir bu düşünce.”
Böyle diyor Ahmet Çiğdem Sadakat Güzergahı’nın ilgili bölümünde.
Şiire bir akademisyen gibi bakmam mümkün değil. (Akademisyen lafında Çiğdem’e dokundurma yok.
Çiğdem de şiire akademisyen gibi bakmaz. Şairdir çünkü.) Şiire alet edevatla, mezroyla, gönyeyle yaklaşamam. Bir okuyucuyum sadece.
Okuyucu olunca şiirin üstüne çıkıp tepinmezsiniz.
Benimki şiire maruz kalmak… Okurum, şiire kapılırım, giderim.
Bazı şiirlere de kapılmam. Bana söylemediği için, bana dokunmadığı için, elimi tutmadığı için.
İnsan şiirsiz eksik olurdu. Hayat da öyle.
Bir araştırmacı, bir eleştirmen olarak değil, bir okur olarak Sezai Karakoç’un şiirinin ‘İkinci Yeni” diye adlandırılan şiirle aynı dönemde doğduğunu görüyorum.
Nasıl olduysa şiir bir basamak yükseldi ya da bir basamak derinleşti.
İkinci Yeni şairlerinin isimlerini art arda yazıp “İşte bunlardı” diye hepsini aynı ‘küme’nin içine koymak bana pek isabetli gelmez.
İkinci Yeni Şairlerinin birbirlerinden bir şey aldıklarını ya da bir şiir kuramının etrafında buluştuklarını düşünmüyorum.
Birbirlerini az ya da çok tanıyor olsalar da her biri müstakil şairlerdi.
Dilleri birbirine yakındı.
“Zamanın ruhu” derler ya… Zamanın diliydi İkinci Yeni.
Bunlar arasında Sezai Karakoç’un şiiri gelenekle irtibatı bakımından açık bir şekilde ayrılıyordu.
Mesela Cemal Süreya’nın “Folklor şiire düşman” görüşüne katılmıyordu Karakoç.
Yani, Çiğdem’in işaret ettiği gibi “Karakoç sonraki yıllarda bu iki damardan oldukça farklılaşan bir kimlik edinmiştir.”
Damarlardan biri İkinci Yeni. Diğeri Büyük Doğu.
“Diriliş”i Büyük Doğu’dan ayırt etmek Karakoç’un şiirini İkinci Yeni’den ayırt etmekten daha kolay.
Bunu Çiğdem şöyle izah etmiş:
“Necip Fazıl İslami yazıyı Latin harfleriyle geliştiren ama hala sözlü kültürün verileriyle konuşan bir insan olmasına rağmen Karakoç “Dinin Türkiye’deki kitabi (skriptüralist) gelişiminin bir parçasıdır.”
Evet, biz okur-yazar olmaya Sezai Karakoç’la başladık.
Geçen yazımda rahmetli Nihat Armağan’dan aktardığım “Necip Fazıl konuştukça belimiz doğruluyordu” sözünü Karakoç için en azından kendi payıma “Sezai Karakoç’u okudukça kafamız doğruluyordu” şeklinde söyleyebilirim.
Ayrıca, Karakoç, kapısı-bacası ayrı, bütün müştemilatı kendisine ait bir ‘mektep’ inşa etti.
Mektebinin adını da Diriliş koydu.
İcazet alıp çıkan oldu mu Diriliş’ten?
Sezai Bey’den icazet alınabileceğini zannetmiyorum. Ama icazet almadan çıkanlar oldu.
Kendimi de o mektepte ders okumuş devamsız bir talebe sayarım. (Ben hep devamsız talebeydim.)
Sezai Karakoç şiiriyle mi yakaladı bizi düşüncesiyle mi?
Karakoç’un şiiri ve nesri birbirinin uzantısıydı. Şimdi düşündüğüm zaman evvela şiirine yakalandığımı söylemeye daha yakınım.
Çiğdem’in şu cümlesi de üzerinde durulmaya değer.
“Karakoç’u 90’lı ve 2000’li yıllarda okuyanlar benim ve benden önceki kuşakların bulduğu anlam ve hissettiği dinamizmi büyük bir ihtimalle bulamamış ve aşılmış bir metinle karşı karşıya olduklarını düşünmüşlerdir.”
Bu cümlenin yanı başına “Kim aştı?” sorusunu not olarak düşmüşüm.
Bizim kuşağımızın o gün durduğu yeri, işgal ettiği mevkii dikkate alırsak, Karakoç, o dönemde (ideolojilerin daha belirgin ve belirleyici olduğu soğuk savaş dönemi) bizler için söylenebileceklerin en iyisini söyledi.
Dönem değişti. Karakoç’un söyleminin bir devamı olmalıydı.
‘Kim aştı’ sorusu şunu soruyor:
Şimdiki dönemde söylenebileceklerin en iyisini söyleyen oldu mu?
Maalesef olmadı.
Aşılsa iyi olurdu ama ‘aşıldı’ diyemiyorum.
‘Aşmak’ fiilinin faili yok çünkü.
Aşılmışlık hissini veren, bugünün idrakinin aradığı cevabı Diriliş’te bulamaması olabilir.
“Sezai Karakoç İslamcılık hareketi içerisindeki her önemli şahıs gibi metnin ötesinde bir kişiliğe sahip olmuştur; (…) Bir ‘kişi’ye ait olmaktan çıkıp o kişiyi belirleyecek kadar özgünleştirilen kimlik herkesin önünde ama en çok da yazarın önünde bir engel olarak duruyordur şimdi. (…) Bu durumda paylaşmak zordur; her zaman yazarı izlemek gerekir ve bu takiple bağlanma talebine cevap verilmiştir zaten.
Karakoç da bu takiple bağlanma sürecine duyarlıdır. Bir bakıma Necip Fazıl’la kurduğu ilişkiyi yanındaki yöresindeki insanlardan beklemektedir. Sadece bu beklentisini onun aksine yüksek sesle dile getirmez.”
Kısaltarak aktardığım bu cümleler de beni eskilere götürüyor.
Siz Sezai Karakoç’a bağlanabilirsiniz. Onu bağlanmaya müstahak bulabilirsiniz.
Fakat ona ne kadar yaklaşsanız aranızda bir mesafe olur.
Bunu tecrübeme dayanarak söylemiyorum.
Gözlemime dayanarak söylüyorum.
Ahmet Çiğdem’in “Bu takiple bağlanma talebine cevap verilmiştir zaten” cümlesi mümkün olanın eni-konu gerçekleştiğini nazikçe ifade etmiş oluyor.