‘Benet Suad...’ Böyle başlıyor Ka’b Bin Züheyr’in Kaside-i Bürde’si.
“Suad’ı alıp götürdüler.”
“Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylan gibi
Suad’ı alıp götürdüler. Gönlüm öyle kırık ki...”
Çölün uçsuz bucaksız ıssızlığını bedevinin kalbine dolduran hüzün.
Kim bu Suad?
“Suad ki, boyu altın ölçüde, önden bakılınca zarif, nahif, incecik belli... tombul görünüşlü arkadansa, arka çizgileri bile belli.”
Yükseklerdeyiz. Şiirin zirvelerinde.
21. yüzyılda yaşayan bir fani olarak can sıkıcı bir sürprize hazır olun. ‘Can sıkıcı sürpriz’i şu ana kadar bu konuda bilgi sahibi olmayanlar için söylüyorum.
Suad, devedir.
Fakat Hz. Ka’b, deveden mi bahsediyor, sevgiliden mi?
Gider gelirsiniz.
Suad’ın gidişinde, Suad’ın vasıflarında kah sevgiliyi görürsünüz kah Bedevi’nin can yoldaşı olan deveyi.
Müslüman şairin gönlüne ferahlık veren anahtar da buradadır.
Peygamberimiz, Suad’a bir şey demiyor.
Cahiliye şiirinin geleneğinde var böyle bir şey ve o şey, Peygamberimiz’in huzurunda mısralara dökülüyor.
Peygamberimiz, “Suad’ın ne işi var bu şiirde” demiyor.
Bunu ‘ikrar’ sayabilir miyiz?
Sayarsak şiire bahşedilen özgürlük alanını görebiliriz.
Şiiriyle Peygamberimiz tarafından ödüllendirilen tek şair değildir Ka’b Bin Züheyr.
Hassan Bin Sabit, şair sahabelerdendi.
Şiiriyle harbederdi.
Peygamberimiz, ona, “Cibril seninledir” dedi.
Bu da şaire ve şiire büyük bir lütuftur.
Şiirin kaynağı ile vahyin kaynağı arasındaki yakınlığın işaretidir.
Demek ki, sadece cinler değil, şeytanlar değil.
Sadece kuruntular değil, ‘şuur’un istihsal ettiği yalanlar, palavralar değil.
Müsaitseniz ‘Hakikat’in kaynağına yaklaşabilirsiniz.
Yani, şair olarak boş bir iş yapmıyorsunuz.
Malayani ile uğraşmıyorsunuz.
Ulvi bir yerdesiniz.
Şeytan’a da, cinlere de, kuruntulara da, Hakikat’e de yakın.
Artık siz bilirsiniz.
Bir talihli şair daha.
İmam Busiri.
Onun da bir Kaside-i Bürde’si var.
İster efsane olsun ister gerçek. İkisi de güzel.
İmam Busiri felçlidir. Rüyasında Peygamberimiz, kendisi için yazdığı kasideyi okumasını ister.
Busiri, okur kasidesini.
Ve Efendimiz, hırkasını Busiri’nin üstüne örter.
Busiri, gün doğmadan sevinçle uyanır.
Eser kalmamıştır felçten.
O gün bu gündür şifa niyetine okunur İmam Busiri’nin ‘Bürüyen Kaside’si.
Şiirin yükseldiği dereceye imrenmemizde sakınca yok.
Peygamberimiz’in şefkatine bürünmekten daha güzel bir armağan düşünülebilir mi?
Babamın bir Kaside-i Bürde hatırası var.
Babam, Yüksek İslam Enstitüsü’nde Kur’an-ı Kerim ve Dini Musiki’den imtihana giriyor.
İki Hocası var mülakatta.
Dini Musiki Hocası Neyzen Halil Can, Kur’an-ı Kerim Hocası Reisü’l Kurra Üsküdarlı Ali Efendi.
Ali Efendi, ‘Hafız mısın?’ diye soruyor babama.
“Hafızım” diyor babam.
“Hafızlığın kuvvetli mi?”
“Kuvvetli.”
Ali Efendi memnun oluyor. Birkaç yerden soruyor. Babam da okuyor. Çok iyi.
Sonra Halil Can Hoca soruyor:
“İsmail, bana ne getirdin?”
“Hocam, size Kaside-i Bürde’yi getirdim.”
İmtihanda Itri’nin Tekbir’i ile Salat-ı Ümmiyye’si okutuluyormuş. Okuyan sınıfı geçiyormuş. Kaside-i Bürde deyince Halil Can Hoca memnun olmuş.
Babam diyor ki:
“Yoksa bir rüzgar mı esti Kazıme’den?
Kapkaranlık gecede, Eden Dağı’nın başında şimşek mi çaktı?
Ne oldu gözlerine? Dur ağlama desen, coşup ırmak oluyor?”
Mısralarını okuduğum sırada... Üsküdarlı Ali Efendi’nin gözünden yaşlar, ‘Cıp! Cıp! Cıp!’ diye düşmeye başladı.”
Babamın hatırasını anlattım. Hata yapmayayım diye babamı aradım, konuştum, babamın duasını da aldım.
Peki, konuyla münasebeti nasıl kuracağım?
Şöyle.
Busiri’nin ihlası, içtenliği, varlığını kuşatan, adeta ‘nazil olan’ Rahmet, içindeki sevginin taşması ve elbette şiirdeki mahareti ‘Bürüyen Kaside’yi tamam ediyor.
700 sene sonra, Üsküdarlı Ali Efendi, bu şiiri dinlerken göz yaşı döküyor.
Şiir bu şekilde tekemmül eder.
Okunmayan, okununca ağlanmayan Kaside-i Bürde noksandır.
Kimsesizdir.
Gariptir.