Evet, şehirde, bir şekilde varlığını muhafaza etmiş, fevkalade yüksek eğitimli, yüksek ahlaklı bir ‘çekirdek’ var.
Her şey bu çekirdeğin etrafında şekillenebilir.
Irmakların denize akışı gibi, taşra, şehre akıyor. Şehre dökülüyor.
Birer birer, onar onar gelmiyor taşralılar. Binlerle geliyorlar ve şehirde hızla çoğalıyorlar.
Yeşilçam filmlerindeki gibi, omuzlarında bir yatak dengi, Haydarpaşa’da trenden iniyorlar, şehre dağılıyorlar.
Sonra artık bahtlarında ne varsa, ona doğru koşuyorlar.
İyi bir şeyle karşılaşma ihtimalleri az.
Nurettin Topçu’nun Taşralı’sında mesela, neredeyse kimsenin talihi yaver gitmiyor.
Şehre inen temiz ruhu, üçkağıtçı, kalleş, çirkef şehir parçalıyor.
Ne görüyoruz filmlerde?
Beyoğlu’nun arka sokakları. Mafya, haraç, döğüş, çekiş...
Ya da kan emici bir fabrikatör.
Üstelik, kızını bizim temiz Anadolu çocuğuna vermiyor da vermiyor!
Hep böyle mi? Hep kötülük mü? Hep şeytan mı?
Böyle bir hengamede, ‘şehirdeki müslümanlık’ taşradan gelen işlenmemiş yığınları ne kadar şekillendirebilir?
Mümkün mü bu?
Belki olur. Biraz da size bağlı.
Beyoğlu’nun arka sokakları var ama, Fatih’in, Eyüp’ün sokakları da var.
***
Neye hicret ederseniz oraya vasıl olursunuz.
Trabzon’un, Erzurum’un, Siirt’in medrese görmüş mollalarında okuduktan sonra kendinizi İstanbul’a attıysanız, Fatih’teki, Eminönü’ndeki camilerin izbe köşelerinde kendisini ilme vakfetmiş insanlarla karşılaşma ihtimaliniz vardır.
Fakat, bu kadar büyük bir insan seli, İstanbul’un üç beş noktasında nasıl zapt edilebilir?
Olmaz böyle şey.
‘Şehirdeki Müslümanlık’ bunların ancak az bir kısmını selden kurtarabilir.
Olsun. Bu da güzel.
Şehrin içinde bir başka şehir, yavaş yavaş kendini imar etsin.
‘Çekirdek’ küçük, çekirdeğin etrafında teşekkül eden çevre, diyelim ‘iyi huylu taşra’ çekirdeğin baş edebileceği mikyasa yakın.
İşte, İmam-Hatip de kurulmuş, batının fennini, İslam’ın maneviyatını bir arada okursunuz. Maddi ve manevi ilimlerle mücehhez münevver insanlar olarak yetişirsiniz.
Bir müddet olacakmış gibi görünüyor. Ama bir müddet.
Zamanla, şehre akan ve gitgide büyüyen ‘iyi huylu taşra’ merkezdeki çekirdeğin taşıyamayacağı kadar büyüyor.
Artık varoşlarda işlenmemiş bir potansiyel var. Taşan, köpüren, kimsenin zapt edemediği kalabalıklar...
Şehirdeki ‘keyfiyet’ kemiyetin içinde görünmez hale geliyor.
Bu ‘sosyal’ olguya bir de siyaset ekleniyor.
Ne zaman?
Demokrat Parti iktidarının mütedeyyin insanlara kapı aralaması siyasetin tadını almamıza sebep olmuş olabilir.
Biz de siyaset yapabilir miyiz? Bunu düşünenler oldu. Millet Partisi, CKMP, bu alana yapılmış siyasi yatırımlardı.
60 ihtilali olunca pıstık.
60’ların sonuna doğru yeniden başımızı kaldırdık.
Ben, siyasetin tadını almamıza milat olarak Erbakan’ın Konya’dan milletvekili seçildiği 1969 yılını tercih ederim.
O yıllarda, ‘şehirli müslümanlar’ın önemli bir kısmı hala Demirel’in Adalet Partisi’ne oy veriyor. Bundan önce de Menderes’in Demokrat Parti’sine veriyorlardı.
Bu eğilim, ‘şehirli müslümanlar’ın o zamana kadarki ‘duruş’una uygundu.
Önemli olan var olabilmekti.
Onlar da, varlıklarını sürdürmek için en ziyade hangi siyasetin içinde alan bulabiliyorlarsa o siyaseti destekliyorlardı.
Erbakan’ın ‘Bağımsızlar Hareketi’ ülkedeki mütedeyyin insanların ilk müstakil siyasi çıkışıdır.
Bu çıkışın ‘şehirli’ karakteri vardır. Erbakan’ın kendisi şehirlidir. İlk aşamada Erbakan’a destek veren esnaf, cami ve ‘dergah’ çevresi şehirlidir.
Fakat, oylar Türkiye nüfusunun –o zamanlar- yüzde 75’inin yaşadığı köylerdedir.
***
Şehirdeki çekirdek nasıl varoşlara yığılan taşrayı taşımaya yetmediyse, şehirdeki siyaset de, kendi varoşunu dönüştürmeyi başaramadı.
Bazen, dönüştürmeyi önemsemedi diye düşünüyorum.
Siyasette önemli olan ‘oy’du çünkü.
‘Oy’a tamah edince, ilimi, kültürü, sanatı unuttuk.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘başarılı olamadık’ dediği alanlardaki yetersizliğimiz başımıza gökten düşmedi.
Bu başarısızlık, bizim siyasi geleneğimizin eseridir.