“Liberalizm’de İslam’ın (Runik Kitap) yazarı Joseph A. Massad yabancımız değil. Daha önce de belirttiğimiz gibi Filistinli bir Arap. Ortadoğu’yu çok iyi biliyor. İslam’ı da yakından tanıyor.
Kitabında, Batı’nın İslam’ı tanımlama biçimlerine ve kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden şekillendirme çabalarına odaklanmış.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde bu odaktan kısmen sapıyor. Ya da ilgili literatüre pek aşina olmadığımız cinsel kimliklerin Müslümanların yaşadığı ülkeleri de kapsayacak şekilde evrenselleştirilmesi ve organize edilmesiyle ilgili alanlara yoğunlaştığı için biz yazarın odaktan saptığı hissine kapılıyoruz.
Yazar, liberalizmi İslam’ın tabiatına çok uzak bir olgu olarak görmüyor.
“İslam, sadece liberalizmin değil, Avrupa’nın da tam merkezinde yer almaktadır, hatta öyle yer almaktadır ki liberalizmin de Avrupa’nın da doğuşuna tanıklık etmiştir. Liberalizmin dışında bir şey olmaktan ziyade onun bir bileşenidir adeta.”
İslam’ın nasıl liberalizmin bileşeni olduğunu bu bölümde temellendirmiyor.
Ancak yer yer, ilkesel olarak halifenin (en azından ilk dönemlerde) istişari süreçlerle seçilmesine, tarih boyunca Müslüman toplumlarda Müslüman olmayanlara mevcudiyetlerini sürdürme imkanı verilmesine, yani hoşgörüye, Müslüman kadınların daha başlangıçtan itibaren mülkiyet hakkına sahip olması gibi tarihi gerçekliklere göndermeler yapıyor.
18. Yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa ve ABD’nin hâkim ideolojisi haline gelmeye başlayan liberalizm İslam’ı ‘öteki’ olarak görüyor.
İdeolojide bir değişiklik olsa bile ‘öteki’ değişmiyor.
Massad, Renan’dan Montesquieu’ye, Derrida’dan, Huntington’a birçok batılı düşünürün İslam’ı ötekileştirme çabalarına dair müteaddit alıntılar yapmış.
‘Tez’inin arka planı zengin.
‘Öteki’ni, yani İslam’ı “Kendisine zıt belirli kelimelerin (Hristiyanlık, Batı, liberalizm, bireycilik, demokrasi, özgürlük, vatandaşlık, sekülerlik, akılcılık, hoşgörü, insan hakları, kadın hakları, cinsel haklar) muhalifi” olarak tanımlıyorsun.
Keza, “Kasıtlı bir şekilde kendisiyle bağdaştırılan kavramların (baskı, zapt etme, despotizm, totalitarizm, boyun eğme, adaletsizlik, akıl karşıtlığı, vahşilik, kadın düşmanlığı, homofobi)” yandaşı bir olgu olarak gösteriyorsun.
Ne kadar kötülük varsa menşei İslam’dır sonucuna varıyorsun.
Bütün batılılar öyle görmeyebilir.
Muhafazakâr olarak bilinen İrlandalı düşünür Edmund Burke (1729-1797) bir duruşmada dikkat çekici bir çıkış yapıyor.
“Bengal’de Vali Warren Hastings görevi kötüye kullanmaktan suçlandığında uyguladığı despotizmi Hindistan’da hüküm süren Müslümanlardan devraldığını iddia etmişti. Bu iddiaya itiraz sadedinde Burke, yargılamanın dördüncü gününde şunu ifade etmişti:
“En büyük hatamız Asya’da tanıdığımız herhangi bir devleti oluşturan unsurlardan birinin despotizm olduğunu düşünmek. Hiçbir Muhammedi oluşumda despotizm yoktur. Asya’nın çoğu Muhammedi yönetimlerin idaresi altındadır. Bir hükümetin Muhammedi olması yönetimin kanuni olması demektir. Bu kanun bir Hristiyan yönetimini bağlayan herhangi bir kanundan daha güçlü bir şekilde uygulanır. Onlar yani Muhammediler kanunlarının Tanrı tarafından verildiğine inanır. Dolayısıyla hem hukuki hem dini olmak üzere çifte yaptırım vardır. Bu sistemde bir prensin bile bağışlama ya da muaf tutma yetkisi yoktur. Eğer birisi bana Kur’an’ı getirip de onda keyfi yönetime izin veren tek bir metin gösterirse… İtiraf etmeliyim ki o kitabı okudum ve belki de boşu boşuna Asya’nın meseleleri konusunda uzman oldum. Diyeceğim o ki bu konuda Kur’an’dan tek bir hece bile getiremezler, aksine o kanunun her bir harfi zalimlere ateş püskürür.”
Burke’ün anlattığı tarihi uygulamaları yansıtmıyor olabilir.
Ama öyle anlaşılıyor ki Kur’an-ı Kerim’i birçok Müslümandan daha iyi okumuş ve daha doğru anlamış.
Huntington Medeniyetler Çatışması’nda Soğuk Savaş’ın sona erdiğini yeni bölünmenin Hristiyanlık ve İslam arasında olduğunu yazmıştı.
90’larda bu düşünce etkili oldu.
Bu dönemi Demir Perde yıkıldıktan sonra Batı’nın Nato’ya yeni misyon ve yeni ‘öteki’ olarak İslam’ı seçme çabalarından hatırlıyoruz.
Massad, bundan sonra ABD’nin “Huntington’ın medeniyetler çatışması fikrinden vazgeçmeye ve tek olan İslam’ı çoğaltma prensibini benimsemeye başladığını” söylüyor.
(Kitabın başka bölümlerini dikkate alarak hatırlatayım. İslam’ın ‘tek’e indirgenmesi de bir ‘liberalizm’ projesiydi.)
“İslam’ın bu şekilde çoğullaştırılması ABD’nin yeni bir İslam’ı desteklemesine olanak sağlıyordu. Bu da ABD’nin emperyalist tasarımlarına daha uyumlu liberal bir İslam biçimiydi.”
“Bu şekilde demokrasi söylemiyle uyumsuzluk giderilmiş olacaktı ve aynı zamanda ABD’nin ‘öteki İslam’a karşı savaş açmasına imkân sağlanmış olacaktı.”
Desteklenen ‘İslam’ muhtemelen bir ara çok konuşulan ‘Ilımlı İslam’dı. ‘Öteki İslam’ da üretimine ABD’nin büyük katkı sağladığı el-Kaide, Daeş gibi oluşumlar.
Benim gördüğüm, ‘öteki İslam’ da ‘beriki İslam’ da İslam’ın yalın halini temsil etmiyor.
(2023’e girdiğimizi az kalsın unutacaktım. Hayırlı olur inşallah.)