Hani pazar günleri, kitaba, kültüre, sanata, edebiyata, hayata dair şeyler yazacaktık?
Hayat mı kaldı?
Birbiri ardına gelen ağır ve sarsıcı hadiseler… Kah hepimizin ruhunda yaralar açan… Cana kasteden terör patlamaları…
Kah, şeytanın talebelerinin şeytana dahi pabucunu ters giydirecek metotlarla semirip şiştikten sonra, bizi ecnebilere peşkeş çekmek için devleti cebir ve şiddet yoluyla çalmaya teşebbüs etmeleri…
Tam o sırada, içi cürufla dolu dev bir balon gibi patlamaları…
Feleğimiz şaştı.
Şöyle miydi laf?
‘Şeytan taşlamaktan tavaf etmeye vakit bulamıyoruz.’
Bulamadık işte, gördünüz.
Yazsan, yine yazılacak sayısız ‘ağır mesele’ var. Ama, bugün müsaade edin kitaplardan bahsedeyim.
(Okumanın, şeytan taşlamakla alakası var. Doğru bir okuma eylemi, şeytanı gerer.)
İşimiz yazmak. Fakat bu iş, yazdığımızın yüz misli okumayı gerektiriyor.
Bu sabah, Rudi Paul Lindner’in ‘Osmanlı Tarihöncesi’ adlı kitabını bitirdim. (Kitap Yayınları.)
Lindner, kitapta, Osmanlı’nın kuruluş dönemi, bunun biraz öncesi ve sonrasıyla ilgili tartışmalara giriyor. Vekayinamelerin güvenilir olan ve olmayan yönlerini irdeliyor.
O dönem tarihinin bulanıklığını bir kez daha görüyorsunuz. Evet, tarihçilerimiz, tarihimizi biraz süslemişler.
Eldeki malzemeyle, neyin ‘süsleme’ neyin hakikat olduğunu ortaya çıkarmak zor.
Lindner’in ve daha pek çok tarihçinin girdiği tartışmalara bir de ben girmeyeyim. Merak eden kitapta okusun.
Bu kitaptan hemen önce, Stefan Zweig’ın ‘Satranç’ını okudum. (Can Yayınları.) Geç kalmışım. Harikaymış.
Bir satranç şampiyonundan bahsediyor Zweig. Neredeyse geri zekalı bir dünya şampiyonu. Adı Czentoviç. Satranç’tan başka becerisi yok.
Bir gemideler. Uzunca bir yolculuk. Amerikalı petrol zengini McConnor, Czentoviç’le satranç oynamak istiyor.
Oynuyor ve tabii ki mat oluyor.
Oyunun rövanşında, Dr. B. işe karışıyor.
Dr. B.’nin önerdiği hamlelerle, Czentoviç’i yeniyorlar.
Bu kez Czentoviç, rövanş istiyor.
Zweig’in ustalığı, Dr. B.’nin Gestapo’nun gözetimi altındaki korkunç günlerini, hücredeki ruh halini anlatırken ortaya çıkıyor.
Olay örgüsüne girmeyeyim.
Czentoviç, Hitler olmalı. Dr. B. ise Zweig… McConnor’un hal ve hareketleri Amerika’ya uyuyor.
Zweig, karamsar bir adam. Belki haklı, karamsar olmakta. Bu karamsarlık, bence Zweig’a öyküyü –tabir caizse- boğdurmuş.
Muhtemelen, okuruna bu hissi vermek istiyordu. Yani, edebiyat açısından bir noksanlık değil öyküyü boğması.
Zweig, bu kitabı yazdıktan birkaç ay sonra karısıyla birlikte intihar etmiş. (Şubat 1942.)
Kitabın içinde bir çıkış bulabilseydi Zweig, hayatında da bulabilirdi diye düşünüyorum.
David Eagleman adlı bir yazarın ‘Beyin’ diye bir kitabını okuyorum. (Domingo.) Henüz bitmedi. Ama şimdiden, insanın kendi hatıralarını tamir edip yeniden şekillendirebildiğini, hatta bazı temrinlerle, hiç olmayan bir hatırasını yaşadığına kendisini ikna edebildiğini ve bütün bunları bir kötü niyet olmaksızın yapabildiğini öğrendim. (Elbette, aynı şeyi kötü niyetle de yapanlar var. Hem de çok!)
Demek ki, toplumlar da tarih yazarken böyle restorasyonlar yapıyorlar!
Fuat Sezgin’in ‘Bilim Tarihi Sohbetleri’ni geçenlerde kitaplarımın arasında buldum. (Timaş.) Altı yıl olmuş basılalı. Fakat okumamışım. Şimdi okuyorum. Sezgin’le konuşan, Sefer Turan.
Müslümanların bilim dünyasına neler kazandırdığına dair bir sohbet, Prof. Sezgin ile Turan’ın yaptıkları.
Çok şey öğrenir okuyan. Ama ben en çok, ilmin ciddi bir iş olduğunun, büyük emek ve sabır istediğinin, lafla peynir gemisi yürümeyeceğinin öğrenilmesini isterdim.
‘Doğru bir okuma eylemi, şeytanı gerer’ cümlesi fena değil, başlık o olsun.