Adalet’ temiz bir şeydir. Yüksek dağların eteklerinden herhangi bir sun’i mekanizmaya bulaşmadan yeryüzüne çıkan duru, pırıl pırıl sular gibi.
Şifalıdır da. Bireyin ve toplumun ruhunu onarır, iyileştirir.
Henüz politikanın, hilenin hurdanın zehirlemediği temiz vicdanlar onu kolaylıkta tanır.
Fakat politika sizi zehirlemişse, güç sizi zehirlemişse tanıyamazsınız.
Sadece sizin lehinize olanın adalet olduğunu düşünürsünüz.
İpin ucunu iyice kaçırmışsanız, kafayı politikayla bozmuşsanız zehir itikadınıza kadar bulaşır; Allah’ın da sizin tarafınızı tuttuğu hissine kapılırsınız.
Tövbe haşa partiliymiş gibi!
Mamafih dikkat etmek lazım, bütün temiz sular temiz değildir.
Işığa tutarsınız, içinde bir şey yok.
Geçenlerde bir haber dinledim. Plastik şişelerdeki plastik içinde muhafaza edilen suya partiküller halinde karışırmış. Böylece, o suları içtiğimizde gözümüzle göremeyeceğimiz kadar küçük partiküller hücrelerimize kadar yerleşirmiş.
Kafamıza, göğsümüze, ciğerimize, kalbimize kadar.
Şimdi tedavülde olan ‘adalet’ kavramının içinde maalesef sadece öyle küçücük partiküller yok.
Suya galip gelecek miktarda, zehirli, ağır kokulu güç, kudret tortuları var.
İktidar tortuları.
Bunun, memleketimizdeki hukuk eğitimiyle alakası olabilir.
Bizim eğitimimizde adaletten ziyade mevzuata ağırlık veriliyor.
Talim terbiye kavramındaki ‘terbiye’yi vurgulamamız gerekirse ‘adalet terbiyesi’ değil daha çok devlet ve iktidar terbiyesi alıyoruz.
Eğitimin bu karakteri hukuk kadrolarını tabii ki etkiliyor.
İktidara meyyal bir yargı camiası bilhassa politik veçhesi olan davalarda etkisini hissettiriyor.
Siyasilerimiz arasında da maşallah, adaletten hukuktan anlamayan yok!
Güzel adalet nutukları atıyorlar.
Bu nutuklarda Hz. Ömer’in adaletini misal olarak vermekten de çok hoşlanıyorlar.
Hemen hepsinin adalet nosyonlarının güçten ve politikadan kaynaklanın zehirli tortulardan mikrop kaptığını düşünebiliriz.
Muhtemelen bu sebeple, hassas hukuki meseleleri hukuk terminolojisinden ziyade külhanbeyi jargonu kullanarak tartışıyorlar.
Mesela, hukuk kadrolarımızın ve tabii ki siyasetçilerimizin önemli bir kısmı Anayasa Mahkemesinin kararını önce yerel mahkemeye sonra Yargıtay’a çiğnetmenin müdafaasını yapabiliyor.
Tuhaf bir şekilde, ilmi bir tez savunur gibi.
(Bu arada bir diğer yüksek yargı organının Yüksek Seçim Kurulu’nun Can Atalay için verdiği seçilebilme ehliyetini tanıyan kararı da gümbürtüye gidiyor. YSK’nın çiğnenmesini tartışan bile yok. YSK da nedense hiç ses çıkarmıyor.)
Baştan sona bütün sistemimiz, bütün kadrolarımız böyle mi?
Hayır, o kadar da değil.
Sayıları az da olsa adalet terazisini düzgün tutmanın lüzumunu ve nasıl düzgün tutulacağını bilen hukukçularımız mevcut.
Ama adalet aramıyorsanız, sadece kendi lehinize, kendi kafanıza uygun bir yargı düzeni arıyorsanız o hukukçuların bırakın etkili mevkilere gelmesini, ortalıkta dolaşmasını bile istemezsiniz.
Zaten onlar da ne olur ne olmaz diye fazla ortalıkta görünmüyorlar.
Böyle bir hukuk kültürüyle hadi içerideki maluliyetimizi bir kenara bırakalım, uluslararası sahada kuvvetli bir hukuk bilgisi ve melekesi gerektiren zorlu bir davada adalet sınavı verebilir misiniz?
Mesela İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımı Lahey Adalet Divanı’na götürebilir misiniz?
Şu kadarı anlaşıldı: Biz de ülke olarak Güney Afrika kadar Gazze’deki soykırımı Uluslararası Adalet Divanı’na götürmeye mezunduk.
Neden götüremedik?
Bu sorunun birçok cevabı olabilir.
İsrail’le köprüleri yeniden atmaktaki isteksizliğimiz.
Uluslararası yargının başka konularda bizim hakkımızda verebileceği kararlardan çekinmemiz.
Slogan atma, hamaset yapma kabiliyetimizin iş yapma kabiliyetimizden daha ziyade olması ve saire.
Bir cevabı da bu.
Hak, hukuk savunmaya yatkın hukuk kadrolarımızın yetersizliği.
Adalet ve yargı camiamızın etkin olan aksamının alışkanlıklarının, reflekslerinin bu istikamette gelişmemiş olması.
Eğitimlerinin ‘adalet’i merkeze almaması.