Mezhepler tarihi, mezheplerin oluşum süreçleri ‘ihtilaf’ olgusunun kuvvetli biçimde öne çıktığı bir alandır.
Görece az vukuatlı bir alan olan ‘kıraat’ı seçmiş Bauer, Kur’an metnindeki müphemliği anlatmak için.
Değişik kıraat imamlarının (Sayıları 7’den 10’a kadar çıkıyor. Bu 10’un dışında takipçisi daha az olan başka kıraat şekilleri mevcut) her biri caiz olan ve ayetlerin anlamlarını da bir ölçüde çeşitlendiren kıraat şekilleri.
Kıraatlerdeki farklılıkları biz fazla görmeyiz, mekteplerde üzerinde çok az durulur. Talebe kazara öğrenirse veya bir yerde gözüne çarparsa, ‘önemli değildir o, telaffuz değişse de mana aynıdır.’
Ya da, kıraat talebesisiniz. 10 tane büyük kıraat imamının okuyuşlarını öğrenmekle yükümlüsünüz.
Daha çok, kelimelerin, harflerin telaffuzuna ağırlık veren, anlamlar üzerinde yoğunlaşmayan teknik bilgileri muhtevi yoğun bir müfredatı hıfzedersiniz.
Ya da bazı yerli ve yabancı müsteşriklerin yaptığı gibi, Kur’an-ı Kerim’in o kadar güvenilir bir metin olmadığını ima etmek için o kıraat farklılıkları üzerinde tabir caizse tepinir durursunuz.
Her biri Peygamberimiz’e isnat edilen 7+3=10 farklı kıraat şeklinin tamamı doğru olamaz mı?
Olabilir.
En azından, Bauer’in sık sık eserine atıfta bulunduğu Dımaşk’lı kıraat alimi İbn-i Cezeri (ö: 1429) böyle düşünüyor.
Eserin adı, Kitabü’n Neşr fi Kıraati’l Aşr. “On Kıraata Dair Neşir (Açıklama, yayma) Kitabı.
Diyor ku İbn Cezeri:
“Arap dilbilgisiyle uyumlu olan, Osman’ın düsturlarıyla (Çoğaltıp eyaletlere gönderdiği Kur’an nüshalarıyla) uyumlu olan ve aktarım silsilesi eksiksiz olan her okuma tarzı mükemmel bir okuma tarzıdır, reddedilemez, uygunsuz bulunamaz.”
No edelim: Yazarın ‘Osman’ın düsturu’ dediği Hz. Osman döneminde çoğaltılmış Kur’an nüshaları harekesiz ve noktasız olduğu için değişik kıraat şekillerine mani değildir.
Şu cümleler de Bauer’in (herhalde) çıkarsamaları:
“İnsan, - yatay düşünüldüğünde- gerçi tüm Kur’an’ı bilir, fakat -dikey düşünüldüğünde- Kur’ani vahyin kısımlarını oluşturan bütün okuma tarzlarını asla bilemez. İlahi kelam, insanın asla tamamen idrak edemeyeceği bir bereket ve çoğulluktur.”
“Tek bir okuma tarzını sabitlemek ise, Kur’ani vahyin az çok güvenli bir tasarruf olarak yüzyıllar boyunca cemaatin elinde kalmış bulunan bir bölümünü sorumsuzca feda etmek demek olacaktır.”
Biz tabii, bütün anlamları sabitlemeye, bütün renkleri kendi beğendiğimiz renge indirgemeye, kesin olmayan hiçbir ifade kullanmamaya, insana, insan aklına kaçacak yer bırakmamaya ve böyle yapa yapa değişik düşünen herkesin boynuna ‘sapıklık’ yaptası asmaya o kadar hevesliyiz ki, bu kafayla İbn Cezeri gibi geniş gönüllü alimleri ivedilikle beyni sulanmışlar sınıfına dahil edebiliriz.
Bauer devam ediyor:
“Peki ama niçin tanrı, insanın bırakın lafzını, nerde kaldı ki anlam çoğulluğunu, asla tüketemeyeceği bir metin vahyeder? İslami geleneğin buna verdiği ve İbn Ceziri’nin hep atıfta bulunduğu cevap, açıktır: Kıraat’ın çoğulculuğu, ‘tahfifan anil umma ve tehvinen ala ehl-i hazihi’l mille’dir. (Ümmetin yükünü hafifletmek ve bu milletin işini kolaylaştırmaktır.)”
“İbn Cezeri’ye göre Kur’an çoğul, kapanmamış, hiper metinsel olarak yapılanmış, çizgisel olmayan bir metindir, anlamsal içeriği hiçbir zaman tamamen tüketilemez, dinleyicilerinden ve okuyucularından daima metin üzerinde yeniden çalışmalarını talep eder ve bu çalışmanın da hiçbir zaman açık seçik bir kesinliğe vardırmayacağı bellidir – klasik Kur’an ilimlerinin sunduğu böyle bir kavrayışı Kartezyen modernlikle bağdaştırmak mümkün değildir.”
Bauer, İslam Dünyası’nın 19. Yüzyıldan itibaren “modernlik yılanı karşısında donakalmış tavşan bakışından kendini hiç alıkoyamadığını, ümitsizce kendisinin yılan olmayı istediğini söylüyor.
Doğrusu, ‘Modernlik yılanı karşısındaki donakalmış tavşan bakışı’ lafını çok sevdim.
Ne oluyor kendimiz yılan olmayı isteyince?
Fundamantalistlerimiz ve reformistlerimiz, kendi kültürlerine karşı mücadeleye girişiyor.
Nasıl yani?
Bauer’in ifadesiyle şöyle:
“Birbirlerinin karşısına dikilenler, orta çağ ile modernlik değil, modernliğin kesinlik takıntısı ile kurucu biçimlenme sonrası dönemi İslami geleneğinin post-modern potansiyelidir.”
Yani, aslında kendimizle savaşıyoruz. Kendimize karşı mücadele veriyoruz.
Bu kitapta üzerinde durulacak çok konu var.
Fazla uzatmadan, müteakip yazıda toparlamak istiyorum.