Pınarhisar’dan dönüyoruz. Hüseyin Abi’yle beraber. (Hüseyin Abi’lerin sayısı çok değildir. Buradaki Hüseyin Abi, Hüseyin Besli’dir.)
Hüseyin Abi Göreleli, ben Ağasarlı’yım. İkimizin de arkasında Sis Dağı var. Yani birbirimizin dilini, birbirimizin türkülerini iyi anlarız.
Dönüşte Hüseyin Abi’nin arabayı bana kullandırdığını hatırlıyorum.
Tam gişelerden İstanbul’a girerken polis durdurdu bizi.
Farımız mı yanmıyormuş, neymiş, unuttum şimdi.
Polis ceza yazacak. Çekti bizi kenara.
Bu arada, “Nereden geliyorsunuz?” diye de sordu.
“Pınarhisar’dan” dedik.
“Pınarhisar’dan?”
“Evet, Pınarhisar’dan. Tayyip Bey’i ziyaretten.”
“Tamam” dedi, “Yolunuza gidin. O adamın hatırı için size ceza yazmıyorum.”
Cezayı ödesek de bir şey lazım gelmezdi. Mesele ceza değil.
Demek ki yıl, 1999.
28 Şubat’ın dumanı üstünde.
Türkiye’de siyaset sıfırı tüketmiş. ANAP’tan, DYP’den, DSP’den, MHP’den bıkmış. Hiçbir siyasetçinin yüzünü görmek istemiyor.
Refah Partisi kapatılmış. Fazilet’in siyaset yapmasına sanki ‘kerhen’ müsaade edilmiş.
Rejim, millet nezdinde karşılığı olan tek adamı Pınarhisar Cezaevi’ne kapatmış.
Neden?
Şiir okudu diye. Tayyip Bey’in o şiiri okuduğu gün, rahmetli şehit Erol Olçok beni aramıştı.
Soruyor, ‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’ kimin şiiri?
Evde Safahat’ın altını üstüne getirdim, yok.
Başka yerde de yok! Şiir kulağımda var ama kitaptaki yerini bulamadım!
İşte o şiir.
Erdoğan’a siyasetin yolunu kapat, meydan sana kalsın. Ne kadar basit, ne kadar puşt bir tarz-ı siyaset.
(Gerçi, puştluğun daniskasını Paralel tecrübeyle öğrendik. Fakat şiirden siyaset yasağı çıkartmak o zamanın teknolojisine göre hayli ileri bir adilikti.)
Ondan sonra zevzek zevzek, “Muhtar bile olamaz” manşetleri!
Pınarhisar küçük bir kasaba. Sapa bir yer. Kimse işi olmadıkça, bir akrabası, bir memuriyeti olmadıkça kolay kolay gitmez oraya.
Küçük. Alsan, İstanbul’un bir mahallesine katsan orayı, kimsenin ruhu duymaz.
Öyle bir hal ki, sanki 70 milyonluk Türkiye’nin siyasetini memleketin ıssız bir köşesinde, küçük bir kasabadaki küçücük bir cezaevine kilitlemişler.
Aslında bizi kilitlemişler, hepimizi.
Kızlarımız okula gidemiyor. Başörtülü kadın mahkemede savunma bile yapamıyor.
Esnafımız, yazarımız-çizerimiz, hepimiz kara listelerdeyiz.
Küçük bir anayasa kitapçığı, ekonomiyi allak bullak etmiş.
ANASOL-M hükümeti, IMF’den habersiz memur bile tayin edemiyor.
İşadamları, işini bakanlıklarda değil, Genelkurmay koridorlarında hallediyor.
Başbakanlık koridorlarında müsteşar, bürokratlara “Bana İmam-Hatiplilerin listesini getirin” diye bağırıyor.
Ne olacak? Ya işten çıkaracak, ya sürgüne gönderecek İmam-Hatiplileri.
Buydu manzara.
Bir kuyunun dibindeydik yani, Yusuf kıssasındaki gibi.
Kuyudan çıktık, zindana kapatıldık; bu da var Yusuf kıssasında.
Devran döner mi? Allah, bu memleketin çocuklarına bir kapı açar mı?
Bilmiyorduk.
Allah’tan ümit kesilmezdi.
AK Parti kurulup ilk seçimden zaferle çıktığı gün baldızım Ayşe’nin, “Artık bir sahibimiz varmış gibi hissediyorum” demesini hiç unutamam.
Millet sığmadı Pınarhisar Cezaevi’ne.
AK Parti, ateş çemberlerinden geçe geçe 2016’ya geldi.
Herkes kendisine bir pay çıkarabilir bu başarı hikayesinden.
Herkes haklı da olabilir.
Fakat 15 Temmuz’da bir kez daha anlaşıldı ve öğrenildi ki, en ziyade payı olan, en ziyade hakkı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır.
Dört başbakan, iki cumhurbaşkanı çıktı AK Parti’den. O karanlık, zindan yıllarında bunu hayal bile edemezdik.
İktidar ağır bir imtihandır.
Allah, ‘imtihan’ı unutturmasın.
15. yıl kutlu olsun.