Hafızam eskisi gibi değil. Eskiden her okuduğumu anlardım ve anladıklarım kafamda kalırdı. Şimdi daha iyi anlıyorum.
Yazarın sadece yazdıklarını değil, yazmadıklarını da anlıyorum.
Fakat, bir sonraki sayfaya geçtiğimde, bir önceki sayfada okuduklarımı unutuyorum.
Bazen de, belki 40 yıldır hatırıma gelmemiş bir bilgi, bir ayrıntı, bir vesileyle, kafamın taa derinlerindeki kilitli çekmecelerden fırlıyor, pat, burnuma dayanıyor.
Yakın zamanlarda okuduğum iki kitaptan şunu anladım. İnsan beyni işleri rölantiye alıyor.
Okuyorsunuz. Anlıyorsunuz. Ama düz yoldasınız ne viraj var ne iniş çıkış.
Yolu tecrübe ediyorsunuz. Yol bittikten sonra tecrübenizi unutuyorsunuz.
Unutmamak için eski masallarda olduğu gibi güzergahınıza makul aralıklarla çakıl serpmeniz gerekiyor. Nasıl?
Okuduğunuzu birine anlatmak fayda ediyor, tavsiye ederim.
Kitaplar, David Eagleman’ın İncognito ve Beyin adlı kitapları.
Doğrusu insanın kendisini ve başka insanların hallerini anlamasında kolaylıklar sağlayacak kitaplar.
‘Men arafa nefsehu fekad arafa Rabbehu’ Hadis-i Şerif’ini işitmişsinizdir.
‘Kendini bilen Rabbini bilir.’
Buna da faydası var.
Kitapların içine girecek değilim. Önceki akşam televizyon haberlerinde bir görüntüye takıldım. Basit bir şey. Alelade.
Alelade nitelemesini kendi açımdan söylemiyorum. Şu dünyada alelade hiçbir şey görmedim. Hiçbir şeyin alelade olmadığına dair kanaatim yaşım kemale erdikçe pekişiyor.
Beynimizde, katılımcısı tahayyül edemeyeceğimiz kadar çok olan bir demokratik süreç var.
Bir sürü mekanizma fikirleri birbirine çarpıştırıyor ve sonunda siz bir sonuca varıyorsunuz.
Bu sürece fazla dahlimiz yok. Kafa, kendi kendine hallediyor.
Bilinç, hiçbir şeyden haberi olmayan bir müdür gibi sandalyesinde oturuyor. Sadece istisnai durumlarda devreye giriyor.
Yahu kitaba daldım gittim! Sadede gelelim.
1960’lı yıllarda Benjamin Libet adında bir bilim adamı bir deney yapmış. İnsanların kafalarına elektrotlar yerleştirerek, kendi belirledikleri bir zamanda parmaklarını kaldırmalarını istemiş.
Katılımcıların, hareketten çeyrek saniye önce hareket etme dürtüsünü fark ettikleri tespit edilmiş. Ancak, beyindeki etkinlikte hareket etme isteğini duymadan 60-70 saniye bir artış gözleniyor.
Yani beyin biz harekete niyetlenmeden çok önce ‘sahne gerisinde’ nöronlar arası koalisyonlar kurmaya, eylemi planlamaya, eylemi oylamaya sunmaya başlıyor.
Hareket bundan sonra vuku buluyor.
Bana kitapta okuduklarımı hatırlatan görüntü şu:
Merkel’le Trump karşıdaki koltuklarda oturuyor.
Gazeteciler el sıkışma fotoğrafı almak istiyor. Bunu iki liderin işitebileceği şekilde dile de getiriyorlar.
Hatta Merkel bu talebi dillendiriyor.
Merkel’in eli harekete geçiyor. Harika!
El, durduğu yerden kalkıyor, tokalaşmak için hamle yapıyor.
Demek ki, Merkel’in beynindeki demokrasi tokalaşma kararı veriyor ve Merkel’in elini harekete geçiriyor.
Merkel’in beyninin verdiği kararda ‘tokalaşma isteği’nin payı var şüphesiz.
Karşı koltukta ise Trump’ın beyninde başka bir demokratik süreç işliyor.
Trump’ın nöronları tokalaşma fikrini reddediyor. Hareketsiz.
Sanki Trump’ın ‘bilinç’i, Trump’ın beynindeki süreci kontrol altına almış.
Trump hareket etmeyince Merkel’in teşebbüsü neticeye ulaşmıyor.
Merkel’in eli eski yerine, Merkel’in kucağına geri dönüyor.
Böylece biz, iki beynin içinde gelişen süreçler sonunda bilhassa Merkel açısından skandal sayılacak bir manzarayı canlı olarak seyretmiş oluyoruz.
‘İlmel yakin’ muttali olduğum bir gerçekliği, ekranda ‘aynel yakin’ görmek benim için ilginçti.
Doğrusu seyrederken heyecanlandım.
Ecevit’in Bush’un karşısında ezik durduğu fotoğrafı hala hatırlarız.
Fakat, Merkel’in elinin yükselip tekrar kucağına düşmesi daha dramatik.
Ayrıca, görüyorsunuz, daha ilmi bir hikaye.
İşin siyasetini yazan çizen çok olur. Bırakalım benimki eksik olsun.
Kaldı ki, bu hikayeden sonra, siyasi tarafını yorumlamak çocuk oyuncağı.