“Bırak, zulümle öldürülenleri
anlatıp durmayı
Yeni doğmuş bebeğin
Saçlarını ağartır
Onların hikayesi…”
Üsame İbn Munkiz, kendi tanık olduğu ya da işittiği bazı zulümlerden bahsettikten sonra faslı bu mısralarla bitiriyordu, bundan sekiz yüz küsur yıl önce.
Üsame Suriyelidir. Benim yazılarımda ara sıra adı geçmiştir.
İbretler Kitabı’nın çevirisini ben yapmıştım. (Önce SES, sonra Kitabevi yayınladı.) Babasının, daha sonra amcasının Emirliğini yaptığı Şayzer Kalesi, Hatay’ın güneyinde, Asi Nehri kıyısındadır.
‘Eskiden her şey güzeldi’ diyenlere kulak asmayın.
Tarihi süsleyip süsleyip, damıtıp damıtıp, gerçeklerin içinden işe yarayanını ve yaramayanını ayıklayıp ayıklayıp anlatırlar.
Tarihin acı ve tatlı, güzel ve çirkin, sevimli ve sevimsiz sayfaları vardır.
Bazen okur sevinir, bazen okur üzülürsünüz.
***
Her zaman ‘başkaları’nın ‘biz’e yaptıklarına üzülmezsiniz.
Bazen ‘biz’im ‘biz’e, bazen de ‘biz’im ‘başkaları’na yaptıklarımıza üzülürsünüz. Veya ‘başkaları’nın ‘başkaları’na yaptıklarına.
Bunların hepsinin örneklerini eğer tarihi kendi gözlerinizle ve kendi aklınızla okuyabiliyorsanız görürsünüz, o kadar mebzuldür ki…
İyimserdik çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda. 60’lardan söz ediyorum, biraz da 70’lerin başlarından.
Bir Arap-İsrail harbi vardı haberdar olduğumuz, bir de Vietnam.
Savaş şimdiki gibi iliklerimize işlememişti.
Sonuçta iki-üç ülke arasında bir savaştı işte.
20. Yüzyılda iki büyük harp yaşamış alemin daha sükunetli bir dünya için birtakım tedbirler aldığını öğretiyordu öğretmenlerimiz.
Birleşmiş Milletler diye bir şey vardı, haksızlık edene karşı dünyanın öteki ulusları müştereken harekete geçebilirdi. Aman ne güzel!
Amerika ile Rusya arasındaki gerilim istikrarlıydı. Nükleer bombaları biriktiriyorlardı, ama atmıyorlardı.
Sonra her şeyin ayarı bozuldu. Dünyanın tadı tuzu kaçtı.
‘Acaba Halep, Şam, Musul, bugün olduğu kadar kötü günler geçirmiş midir’ diye düşündüm bir an.
***
Sonra, bu şehirlerin felaketli günlerini, Moğol istilalarını, Timurleng’in katliamlarını, 1. Dünya Savaşı’nın Haçlı istilalarını düşündüm.
Vardı kötü günlerimiz.
İyi günlerimiz de vardı.
Bu şehirlerin mamur olduğu, sokaklarının güvenli olduğu, bahçelerinde güllerin açtığı, bülbüllerin şakıdığı yıllar, yüzyıllar...
Şimdi, tam bizim tanıklık ettiğimiz şu devirde, gözümüzün önünde, seyretmekten ve yakınmaktan başka bir şey yapamadığımız zulümler tarihtekilerden daha çok hırpalıyor insanı.
Suriye zindanlarında açlıktan bir deri bir kemik kalmış mazlumların fotoğraflarına içimiz yana yana baktık biz.
Veya İsrail’in Filistin’de öldürdüğü bebeklerin resimlerine ağlaya ağlaya baktık…
İnternetteki vahşet resimlerinin altına iki nokta üst üste ve sırtı dönük parantezle yapılan bozuk surat smileyi koyanlarımız da olmuştur.
***
Halep’in, Şam’ın sokaklarında dolaşmışlığım vardır.
Ne kadar güzeldir oraların insanı.
Sokakta üç tekerlekli bisikleti süren bir çocuk. Birisi de arkasından itiyor.
Ya da Kapalıçarşı’da bir dükkanda, iki mütebessim yaşlı adam sohbete dalmışlar.
Nerededir o iki çocuk şimdi?
O iki ihtiyar ne haldedir?
Yok ki şimdi Halep’te Kapalıçarşı. Yıkıldı.
O çocuklar eğer ölmediyseler büyüdüler.
Kaç insan öldü Suriye’de savaş başlayalı?
Lisanımız bunun üstesinden geliyor. Söyleyebiliyoruz. Altı yüz bin insan öldü.
Kim öldürdü bunları?
İnsanlar.
Adı var mı bu ‘insanlar’ın.
Var… Adı batsın o ‘insanlar’ın.
Biz, öldürülen insanlar için bir şey yapabilir miydik?
Biz, öldürülen insanlar için bir şey yapmayabilir miydik?
Yine böyle kötü günlerdi. Mehmet Akif, şöyle hitap ediyordu toprağa:
‘Zindegi zillettir artık, bence izzet sendedir.’ (Zindegi: Yaşamak.)
Mehmet Akif’in bu mısralarını ve başka sitemkar mısralarını bugünlerde daha iyi anlıyorum.